Akıllı Hayat Sözlüğü
AKILLI HAYAT SÖZLÜĞÜ
Akıllı Hayat 2030 Sürdürülebilirlik stratejimiz doğrultusunda; çevresel, sosyal ve kurumsal yönetim alanlarındaki hedeflerimizle değer zincirimizdeki tüm paydaşları gözeterek çalışıyor, radikal işbirliklerinden güç alıyoruz. Bu yaklaşımla, ekosistemimizde sürdürülebilirlik okuryazarlığını geliştirmek, bu alandaki bilgi birikimi ve farkındalığımızı artırmak amacıyla Ekologos Sürdürülebilirlik Yönetim ve İletişim Hizmetleri işbirliğiyle hazırladığımız Akıllı Hayat Sözlük’ü tüm paydaşlarımızın kullanımına sunuyoruz.
40 ülkeden 91 yazar ve editör tarafından, 6000’den fazla referansa dayanarak hazırlanan Rapor, küresel ısınma artışını 1,5 derecede tutarak, 2 derece ve üzeri sıcaklık artışlarına göre birçok önemli iklim değişikliği etkisinin önlenebileceğinin altını çiziyor.
Rapora göre, insanlar halihazırda dünyanın, sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 1,0ºC ısınmasına sebep olmuş durumda. Küresel ısınma şimdiden, kuraklık ve seller gibi aşırı hava olayları, deniz seviyesinde yükselme ve Arktik denizinin erimesi olarak etkilerini göstermeye başladı.1,5ºC sınırı ise, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu önleme için kritik öneme sahip. Küresel ısınmayı 1,5ºC ile sınırlandırmak, ekolojik sistemler ve yaşam alanları üzerindeki birçok kalıcı etkinin önlenmesi anlamına geliyor. Bu sınırı geçmemek için küresel emisyonları 2030 yılında 2010 yılına göre %45 azaltmak ve 2050 yılında net sıfır emisyona ulaşmak gerekiyor. Rapor, sera gazı emisyonları mevcut şekilde devam ederse, küresel ısınmanın 2030 ile 2052 yılları arasında 1,5ºC sınırını geçeceğini vurguluyor.
Ancak raporun yayınlanmasından sonraki gelişmeler, bu saptamaların oldukça iyimser kaldığını ortaya koyuyor. Avrupa Birliği Copernicus İklim Değişikliği Servisi, Şubat 2023-Ocak 2024 arasındaki 12 aylık dönemde dünyanın ortalama ısısının 15,02 dereceye çıkarak rekor kırdığını açıkladı. Bu rakam “Endüstrileşme öncesindeki dönem olan 1850-1900 yılları arasındaki dönemin” 13,50 derecelik ortalama sıcaklığının 1,52 derece üstünde. Bu saptamalar, 1,5 derece güvenli ısınma sınırının fiilen aşıldığını ortaya koymakla birlikte, bu sıcaklık artışının bir kısmının El Nino etkisiyle gerçekleştiği düşünülüyor. Bununla birlikte birçok uzman, mevcut durumda, 2024 ila 2030 yılları arasında 1,5 derece sınırının kesin olarak aşılmasının büyük olasılık olduğunu tahmin ediyor. Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Raporla ilgili ayrıntılı Türkçe bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Karbon Ayak İzi, İklim Değişikliğine Uyum, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)
Çevre hakkı ve halkın çevresel bilgiye erişimi konularında en temel uluslararası hukuk metinlerinden birisi olan ve 2001 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeye şu anda taraf 47 ülke (46 ülke ve Avrupa Birliği ülkeleri) bulunuyor. Türkiye ise, Aarhus Sözleşmesi müzakerelerine katılmış olmasına rağmen anlaşmaya şu ana kadar taraf olmadı.
Aarhus Sözleşmesi, vatandaşların çevresel duyarlılığının artmasına, kamu yönetimlerinin çevresel kararlarında daha hesap verebilir ve şeffaf olmasına, halkın çevresel kararlara katılmaya daha istekli olmasına, bunun yanında çevresel kararların çevre üzerindeki etkilerinin azalmasına önemli katkı sağlıyor. Ayrıca bilgilendirme sayesinde sözleşme yerel, ulusal ve sınır-aşan çevresel konularda kamusal kararlar alınırken kamu haklarının tesisini de garanti ediyor.
Aarhus Sözleşmesi’nin üç temel yapı taşı ise şöyle özetlenebilir: Çevresel konu ve sorunlarda bilgiye erişim (Madde 4 ve 5), karar vermede halkın katılımı (Madde 6 ve 8) ve adalete başvuru hakkı (Madde 9)."
Sözleşmenin metnine buradan ulaşabilirsiniz.
Sözleşmeyle ilgili diğer bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Değerlendirme, İklim Adaleti
İklim krizi, enerji güvenliği ve enerji yoksulluğu ile eşzamanlı mücadele, bu dönemin en önemli sosyal ve çevresel konularından biri. Bu mücadeleyi tasarlarken yaratıcı ve kapsayıcı politikalar, yeni finansman biçimleri ve kapsamlı bir kurumsal dönüşüm ihtiyacı bulunuyor. Bu sebeple çevre politikaları, emek politikaları, sosyal politikalar ve sektörel gelişimin bir arada düşünülerek, düşük karbonlu bir ekonomi için altyapının katılımcı bir anlayışla planlanması gerekiyor.
Adil geçiş ile ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Düşük Karbonlu Kalkınma, Donut Ekonomileri
Agroklimatoloji, iklim biliminin tarımsal amaca yönelik olarak kullanılması suretiyle tarımsal uygulamaların iyileştirilmesi, ürün miktarı ve kalitesinin artırılmasını amaçlar. İklim değişikliğinin etkilerinin artmaya başlamasıyla birlikte, gıda güvenirliğinin sağlanmasında agroklimatolojik değerlendirmelerin önemi giderek artmaktadır.
Agroklimatoloji ve agrometeoroloji aynı amaç ve yöntemi kullanırlar. Ancak agrometeoroloji günlük sıcaklık, yağış ve rüzgârı kapsayan hava tahmini üzerinde yoğunlaşırken, agroklimatoloji uzun süreli projeksiyonlardaki ortalama verilerden faydalanır. Bunlar ışık, ısı, su ve diğer temel ürün büyüme ve gelişme faktörleri de dahil olmak üzere, kuraklık, sel, don, rüzgar ve diğer olumsuz hava koşullarını da içerir. Agroklimatolojide ışık şiddeti (solar radyasyon miktarı, fotosentetik aktif radyasyon), ışık kalitesi (güneş spektrumunun spektral bileşimi ve farklı dalga boyları) ve pozlama süresi (gün doğumu ve gün batımı süreleri) dahil olmak üzere, maksimum ve minimum sıcaklıklar, gündüz sıcaklığı, toprak sıcaklığı ve ürün büyüme mevsimi koşulları incelenir.
Tipik olarak, agroklimatik kaynakların çok çeşitli olduğu ülkeler, Rusya, Çin, Hindistan, Avustralya, ABD, Kanada, Brezilya ve Meksika gibi yüzölçümü olarak büyük bir alanı kaplayan ülkelerdir. Her ülkenin iklim şartları, tarımsal faaliyetlerini ve nüfusun yaşam biçimini belirler. Agroklimatik kaynak çeşitliliğine sahip ülkeler, yalnızca kendi vatandaşlarına gıda sağlamakla kalmayıp dış ticarette de bu koşullardan faydalanabilir. Agroklimatik kaynakları kısıtlı ülkelerde (Afrika ve Asya ülkeleri örneklerindeki gibi) nüfus genellikle gıda eksikliği veya açlıkla mücadele ederken, gıda erişebilirliği ve güvenliği de dış piyasa ürünlerine bağımlıdır.
Küresel Agroklimatoloji verilerine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliğine Uyum/Adaptasyon, Gıda Güvencesi, Karbon Ayak İzi
Bu yaklaşım kentsel planlamada enerji tüketiminden toplu taşımaya, park ve bahçelerde su kullanımından atık toplamaya kadar çeşitli kentsel hizmetlerin veri temelli yönetimini hedefler. Bu anlamda şehirdeki altyapı ihtiyaçlarının, su ve enerji talebinin, aydınlatma ihtiyaçlarının gerçek zamanlı olarak takip edilip, bunlara uygun politika ve uygulamaların geliştirilmesi de akıllı şehirlerin temel unsurlarıdır. Daha düşük emisyona giden yolda önemli katkılar sağlama potansiyeli olan akıllı şehirler, çoğu zaman düşünüldüğünün aksine, sadece teknolojik bir yaklaşım da değildir. Teknoloji ve bilimsel verileri kullanmakla birlikte, şehir sakinlerinin ve topluluklarının tüm süreçlere katılımını da esas unsurlarından biri olarak kabul eder.
Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinden şehirleri, endüstrileri, KOBİ'leri, yatırımcıları, bankaları, araştırmacıları ve diğer birçok akıllı şehir oyuncusunu bir araya getirmeyi amaçlayan, Avrupa Birliği merkezli Akıllı Şehirler Pazaryeri (Smart Cities Marketplace), bu konudaki en önemli uluslararası platformlardan biridir.
Kent sakinlerinin yaşam kalitesini iyileştirmeyi, şehirlerin ve endüstrinin rekabet gücünü artırmayı ve AB iklim hedeflerine ulaşmayı amaçlayan platformun temel çalışma alanları, akıllı şehirlerin temel yaklaşımını da özetlemektedir:
- Sürdürülebilir kentsel hareketlilik
- Sürdürülebilir bölgeler ve yapılı çevre
- Enerji, bilgi ve iletişim teknolojileri ve taşımacılıkta entegre altyapılar ve süreçler
- Yurttaş odaklılık
- Politika ve mevzuatlar
- Entegre planlama ve yönetim
- Bilgi paylaşımı
- Temel veriler, performans göstergeleri ve ölçümler
- Açık veri yönetimi
- Temel standartlar
- İş modelleri, satın alma ve finansman
Akıllı şehirler ile ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sera Gazları, İklim Değişikliğine Uyum, Kentsel Isı Adası
Crutzen ve Stoermer söz konusu çalışmalarında, içinde bulunduğumuz jeolojik zaman diliminde bir süredir insan faaliyetleri yüzünden karbon, nitrojen ve su döngüsü gibi büyük yeryüzü sistemlerinde meydana gelen düzensizlikleri aktardı ve insan kaynaklı iklim değişikliği, okyanusların asidifikasyonu, habitat ve biyoçeşitlilik kayıpları ve topraklardaki eşi benzeri görülmemiş kimyasal ve fiziksel değişimlere dikkat çektiler. İnsanın yer kabuğunda doğanın diğer güçleri kadar, hatta daha fazla etki bıraktığı bu yeni zamanın isminin antroposen olması gerektiğini savundukları bu görüş, bilimsel çevrelerde geniş olarak kabul görmüş durumda.
Özellikle sanayileşmeyle beraber logaritmik olarak artan ekolojik ayak izi, karbon ayak izi, su ayak izi ile ilişkilendirilen antroposen terimi, bu söz konusu etkilerin genellikle ekonomik dışsallıklar olarak görülmesi yüzünden katlanarak büyüdüğüne işaret eder.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Biyoçeşitlilik, İklim Değişikliğine Uyum, Ekolojik Ayak İzi
Materyaller genel olarak orijinal değerini kaybettiği için geri dönüşümün olumlu bir sonucu olarak kabul edilmeyen bir süreci ifade eden aşağı dönüşüm kavramı, ilk kez Alman mühendis ve iş insanı Reiner Pilz tarafından 1994 yılında kullanılmıştır. İleri dönüşüm kavramını da ilk kez kullanan Pilz, aşağı dönüşüm terimiyle, geri dönüşüm uygulamalarındaki hata ve yetersizlikleri vurgulamıştır. Yıkılan binaların hafriyatının çok değersiz bir dolgu malzemesine dönüştürülmesi üzerinden geri dönüşüm uygulamalarına eleştiriler getiren Pilz’in yanı sıra 2002 yılında yayınlanan “Beşikten Beşiğe” kitaplarıyla çığır açan William McDonough ve Michael Braungart da olumsuz bir uygulama olarak aşağı dönüşüm uygulamalarını sıklıkla gündeme getirmişlerdir.
Aşağı dönüşüm uygulamalarının en yaygın örneklerinden biri, plastik malzemeler üzerinedir. Plastik şişeler ve ambalajlardan geri dönüştürülen plastikler genellikle, bir daha plastik şişe veya ambalajlarda kullanılamaz, ancak bazı zemin kaplamaları gibi daha düşük kalitede ürünlerde yararlanılabilir. Ömrünü tamamlamış araçlardan elde edilen çelik hurdaları da genellikle tellerdeki bakır ve kaplamalardaki kalayla kontamine olur. Orijinal özelliklerini yitirmiş bu materyallerden ancak, otomotiv çeliği spesifikasyonlarını karşılamayan ikincil kalitede bir çelik üretilebilir ve çoğunlukla inşaat sektöründe kullanılır.
Bir materyalin aşağı dönüşümle değer kaybetmesini engellemenin en temel yolu, tasarım aşamasında, ürünlerin, kullanılan malzemelerin birbirlerini kontamine etmeyecek ve ayrıştırılabilecek şekilde tasarlanmasıdır. Bu sayede, yaşam döngüsü sonunda üründeki malzemeler değerlerini kaybetmeden aynı üründe tekrar kullanılabilir ve döngüsel ekonomi için gerçek fayda sağlar.
Kavramla ilgili daha ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Atık Yönetimi, İleri Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi
Örneğin, dünya çapında bilinen on sekiz sandal ağacı alt türünden altısının bulunduğu Hawaii adalarında bir zamanlar oldukça yaygın olan sandal ağacı çok yavaş büyür ve çok özel yetiştirme koşulları gerektirir. Tıbbi, aromatik ve ahşap ürünler gibi birçok alanda kullanılan sandal ağacı yağı giysilerin su geçirmez hale getirilmesinde de kullanılır. Ne yazık ki, Şili'ye özgü bir sandal ağacı olan S. fernandezianum'un aşırı hasat nedeniyle neslinin tükendiği ilan edildi. Aşırı hasadın bir başka tehlike altına soktuğu doğal tür ise, Türkiye’de endemik olan ve dondurma yapımında kullanılan Orchis orkide ailesinden bir çiçekli bitki cinsi olan saleptir. Bu nedenle salep tohumlarının Türkiye dışına çıkarılması yasaklanmıştır. Bu örneklerde görüldüğü gibi, aşırı hasat, biyolojik çeşitlilik kaybı konusunda önemli bir tehlikedir ve geri dönüşsüz sonuçlara sahiptir.
Tek tek özel biyolojik türler dışında, aşırı hasat, toprağın geri dönüşsüz olarak verimsizleşmesine de neden olabilir. Verimli toprakların, yıllar boyunca aşırı gübre, pestisit ve aşırı kullanım nedeniyle artık bir daha ürün alınamayacak düzeyde bozulması mümkündür.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Biyoçeşitlilik, Aşırı Kullanma, Gezegensel Sınırlar
Aşırı kullanma konusunda akla ilk gelen kaynaklar arasında bitkiler, kara hayvanları, balıklar ve deniz omurgasızları ile ormanlar gibi yenilenebilir doğal unsurlar bulunur. Aşırı kullanma, türlerin nesillerinin tükenmesine, biyolojik çeşitliliğin kaybolmasına, ekosistem hizmetlerinin kaybolması veya azalması ile çevreye zarar verilmesine ve yerel toplulukların yaşam kaynaklarının zarar görmesine neden olur.
Ekolojik perspektifte aşırı kullanma terimi, bir türün popülasyonunun çoğalabileceğinden ve iyileşebileceğinden daha hızlı tükenmesi olarak da tanımlanır. Aşırı kullanma sonucu bir ekosistemdeki yırtıcıların ve avların besin zincirindeki rolleri bozulabilir ve besin piramidinde yaşanan boşluklar başka türlerin de domino etkisiyle zarar görmesine neden olabilir.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Biyoçeşitlilik, Ekolojik Ayak İzi, Gezegensel Sınırlar
Kavram; katı, sıvı, gaz fazında bulunan, tehlikeli ya da tehlikesiz maddelerden oluşabilen, atık olarak kabul edilen malzemelerin toplanmasını, uzaklaştırılmasını, işlenmesini ve bertarafını içerir.
İnsan faaliyetleri sonucunda oluşan atık maddeler uzun süre boyunca atık alanlarına, karasal ve denizel alanlara bırakılarak veya yakılarak yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak artan nüfus, kentleşme ve geri dönüşemeyen atıkların çoğalması sonucu, atıklar giderek daha büyük sorunlara yol açmıştır. Özellikle uzun yıllar boyunca tercih edilen vahşi depolama nedeniyle büyük kent çöplükleri oluşmuş, kontamine olan atıklar atmosfere karışan ve bir sera gazı olan metan gazı ve yeraltı sularına karışan çöp sularıyla ekosistemi tehdit eder hale gelmiştir. Günümüzde ise atık yönetiminin nihai hedefi atığın oluştuğu noktada önlenmesi, önlenemediği durumlarda üretilen atık miktarının azaltılarak atığın çevresel etkisinin en aza indirilmesi ve atık malzemelerin uygun şekilde işlenerek döngüsel ekonomiye kazandırılması, son çare olarak da uygun koşullarda bertaraf edilmesi yoluyla atıksız bir dünya yaratmaktır. Doğru atık yönetimi uygulamaları, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevrenin oluşturulması ve korunması için kritik öneme sahiptir.
Entegre ve doğru bir hiyerarşiye dayalı bir atık yönetimi izlenmesi halinde, bir ürünün tüm yaşam döngüsü göz önünde bulundurularak ve en iyi işlenme yöntemi belirlenerek mümkün olduğunca az atık yaratılır. Önlenemeyen atıklar ise geri dönüşüm, ileri dönüşüm ve endüstriyel simbiyoz çalışmalarıyla tekrar ekonomiye kazandırılır. Bu sayede çevresel etkilerden kaçınılabildiği gibi, döngüsel ekonomi kapsamında tekrar yeni değerli malzemeler kullanıma sokulur.
Kavram hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Geri Dönüşüm, İleri Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi
Bir enerji geri kazanımı yöntemi olarak kabul edilen atıktan enerji üretimi, ilk kez 1903 yılında Danimarka’da uygulandı. Sonrasında yaygınlaşarak atıkların bertarafında önemli bir teknoloji haline geldi. Atık yakma fırınlarının elektrik verimliliği, oldukça düşük bir oran olan %14-28 arasındadır. Enerjinin geri kalanını kaybetmemek için, bölgesel ısıtma gibi kojenerasyon uygulamalarıyla birlikte kullanılması tercih edilir. Kojenerasyonlu yakma fırınlarının toplam verimliliği %80’e kadar yükselebilir.
Atıkların vahşi depolanmasına ve depolama alanlarından metan gibi sera gazı emisyonlarının sızıntılarına ve tehlikeli atık sularının toprağı kirletmesine engel olması dolayısıyla atıktan enerji üretimi, iklim değişikliğine karşı önemli çözümlerden biri olarak kabul edilmekle birlikte, atık yakımına yönelik eleştiriler de mevcuttur. Atıkların ayrıştırılmadan toplanması ve birbirlerini kontamine etmesi nedeniyle bazı atıkların bertarafı için tercih edilse de döngüsel ekonomi yaklaşımında birincil çözüm atıkların geri veya ileri dönüşümüdür. Geri dönüşüm skalasında en son çözüm olarak kabul edilen atıktan enerji üretimi, özellikle kalorifik değeri yüksek olan dönüşemeyecek ya da tehlikeli nitelikteki atıkların bertarafında en uygun seçenek olarak kabul edilir.
Atıktan geri dönüşümün ısıl işleme teknolojileri arasında, gazlaştırma, termal depolimerizasyon, piroliz, plazma gazlaştırma bulunurken, ısıl olmayan teknolojik çözümler olarak da anaerobik çürütme, fermentasyon ve mekanik biyolojik işleme yer alır.
Bu konudaki güncel istatistiklere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Geri Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi, Aşağı Dönüşüm
Paris Anlaşması kapsamındaki taahhütlerini yerine getirerek AB’nin 2050 yılına kadar iklim nötr olmasını sağlayacak Avrupa Yeşil Mutabakatı, AB'nin modern ve rekabetçi bir ekonomiye sahip ve adil bir topluma dönüşmesini destekler. Bu çerçevede doğal yaşam alanlarını korurken, ekonomik gelişmeyi kaynak kullanımından ayrıklaştırmayı ve kapsayıcılık açısından kimsenin geride bırakılmadığı bir sosyoekonomik sistemi hedefler.
Paket, ilgili tüm politika alanlarının iklimle ilgili nihai hedefe katkıda bulunduğu bütünsel ve sektörler arası bir yaklaşıma olan ihtiyacın altını çizer. Pakette iklim, çevre, enerji, ulaşım, sanayi, tarım ve sürdürülebilir finansman konularını kapsayan ve hepsi birbiriyle güçlü bir şekilde bağlantılı olan girişimler yer alır. Avrupa Yeşil Mutabakatı AB Komisyonu tarafından Aralık 2019'da kamuoyu ile paylaşıldı. Avrupa Komisyonu, AB'nin iklim, enerji, ulaştırma ve vergilendirme politikalarını, net sera gazı emisyonlarını 2030 yılına kadar 1990 seviyelerine kıyasla en az %55 azaltmaya uygun hale getirmek için bir dizi öneriyi de kabul etti.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye ve paketin tarihsel gelişimine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, Karbon Nötr, Ayrıklaştırma
Ayrıklaştırma, insan refahı ve ekonomik faaliyetleri ile kaynak kullanımı ve çevresel etki arasındaki farkı ifade eden bir zaman çizelgesi üzerinden okunabilir.
Çevreye verilen zararı artırmadan ekonomik çıktıları artırmaya devam edebileceğimiz varsayımına dayanan ayrıklaştırma kavramı, genel olarak iki temel başlıkta ele alınır; göreceli ayrıklaştırma ve mutlak ayrıklaştırma. Göreceli ayrıklaştırma, her bir birim ekonomik çıktıya karşılık gelen çevresel etkideki azalmayı ifade eder. Bunun anlamı Gayri Safi Milli Hasıla’daki (GSMH) artışa karşın kaynaklar üzerindeki baskının göreceli şekilde azalmasıdır. Fakat bu azalma çevresel etkinin tamamen sona erdiği anlamına gelmez, çevresel baskıdaki artışın GSMH’nin artışından biraz daha az bir hızla artmaya sürdürdüğünü gösterir. Mutlak ayrıklaştırma ise ancak ekolojik baskının “mutlak şekilde” azaldığı durumda geçerli olacaktır.
Göreceli ayrıklaştırma üzerinden bakıldığında, her bir birim ekonomik çıktının üretilmesi için gereken enerji miktarı geçtiğimiz 50 yıl boyunca sürekli olarak düştü. Ancak bu durum yalnızca bazı kalkınmış ülkelerde gerçekleşebildi. Sera gazı salımları örneğine bakarsak, genel olarak birim kaynak yoğunluğunun azalmasına karşın, toplam salım miktarları düzenli şekilde artmaya devam etti. Bu verilerin ışığında, yalnızca göreceli ayrıklaştırmaya dayanan bir ekonomik kalkınma yaklaşımının ekolojik krizlere yanıt vermesinin oldukça zor olduğu söylenebilir.
Kavram hakkında daha ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Etki, Avrupa Yeşil Mutabakatı, Düşük Karbonlu Kalkınma
Kâr amacı gütmeyen uluslararası bir kuruluş olan B Lab tarafından 2006 yılında kurulan B Corp sistemi tüketiciler, topluluklar ve tedarikçiler arasında farkındalık ve güven oluşturmayı ve sürdürülebilir kalkınma doğrultusunda hareketlenmelerini sağlamayı amaçlar. B Corp sertifikası almak isteyen şirketler çalışanlarına sağladıkları faydalar, sosyal faaliyetleri, tedarik zinciri uygulamaları ve girdi malzemelerine kadar bütünsel bir değerlendirmeden geçer. Doğrulanabilir ölçütler, hesap verebilirlik ve şeffaflık açısından yüksek standartlar belirlenmiştir. Her üç yılda bir B Corp sertifikasyonunun yenilenmesi gerektiği için şirketlerin sürdürülebilir kalkınma planları doğrultusunda iyileştirmeler yapmasına ve güncellenmesini teşvik etmeyi amaçlar.
B Corp sertifikası yeni kurulmuş şirketleri, küçük işletmeleri, küçük-orta ölçekli işletmeleri, orta ölçekli işletmeleri ve büyük işletmeleri, tam sertifikasyon sürecinde farklı yollarla değerlendirir. Ayrıca şirketlerden Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan (SKA) en az üç tanesini kurumsal hedef edinmesini şart koşar.
B Corp kavramı ile ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlanılı kavramlar: Sosyal Etki, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Sosyal Girişim
Beşikten beşiğe kavramı ilk olarak eski Greenpeace aktivisti ve kimyager Michael Braungart ve mimar, tasarımcı William McDonough’un 2002 yılında yayınlanan “Cradle to Cradle: Remaking the Way We Make Things” (Beşikten Beşiğe: Bir Şeyler Yapma Şeklimizi Yeniden Biçimlendirmek) isimli kitaplarında kullanıldı.
Bu anlayışa göre, endüstriyel işlemlerde kullanılan tüm malzemeler “teknik” ya da “biyolojik” besin olarak ikiye ayrılır. Teknik besinler doğal çevreye kesinlikle zarar vermeyen sentetik malzemeler ile sınırlıdır ve daha da önemlisi, bu malzemeler bütünlüklerini veya kalitelerini kaybetmeden sürekli olarak üretim çevrimlerinde kullanılabilir. Biyolojik besinler ise bir veya birkaç kere üretim çevriminde kullanıldıktan sonra tekrar doğal ortama bırakıldığında kısa zamanda biyolojik olarak bozunarak doğal ortamı etkilemeden mikroorganizmalar ya da küçük canlılar için besin haline dönüşen malzemelerdir.
“Bir canlının atığı, diğerinin besinidir” ilkesini kendisine motto edinen bu tasarım anlayışı, günümüzün doğrusal yani “Mezardan Mezara” üretim anlayışını ters yüz etmeyi hedefler. Doğada her ürün belli “besinler” kullanılarak üretilir ve ortaya çıkan ürün de üretim sırasında ortaya çıkan artıklar da daha sonra başka bir ürünün besini olarak kullanılır. Beşikten beşiğe tasarım anlayışı, doğanın bu döngüselliğini taklit ederek çevresel etkiyi azaltmayı hedefler ve bu anlamda döngüsel ekonomiye en uygun tasarım yaklaşımı olarak kabul edilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Döngüsel Ekonomi, Biyobozunur, Sıfır Atık
Borsa İstanbul’un oluşturduğu BIST Sürdürülebilirlik ve BIST Sürdürülebilirlik 25 Endeksleri, şirketlerin uzun vadede değer yaratması maksadıyla ekonomik, çevresel ve sosyal faktörlerle uyumlu bir biçimde yönetim ilkelerini belirlemesine yardımcı olmak amacıyla 2014 yılından bu yana hesaplanmaktadır.
Bir şirketin BIST Sürdürülebilirlik Endeksi'nde yer alabilmesi için genel sürdürülebilirlik notu, her bir ana başlık notu ve kategori notlarının belirlenen puanlamanın üzerinde yer alması gerekir.
Sürdürülebilirlik endeksleri sayesinde şirketlerin iklim değişikliği, doğal kaynak kullanımı, iş sağlığı ve güvenliği, insan hakları, istihdam, Ar-Ge ve inovasyon gibi önemli sürdürülebilirlik alanlarında kurumsal yönetim ilkelerinin belirlenmesiyle rekabet avantajı elde etmesi sağlanır.
Kavramla ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Sürdürülebilirlik Endeksleri, Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksleri
Bilimsel çalışmalar, Paris Anlaşması’nın en önemli dayanaklarından birisi olan ulusal katkı beyanlarındaki (UKB) mevcut hedeflerin, 21. yüzyıl sonunda dünyanın 2,7-3,7 derece daha sıcak hale getirebileceğini ortaya koyuyor. Bu şartlar altında, güvenli ısınma sınırı olarak kabul edilen 1,5 derece hedefine ulaşılması için sadece hükümetlere değil, iş dünyası, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları gibi “devlet dışı aktörlere” de önemli bir rol düşüyor.
Karbon Saydamlık Projesi (Carbon Disclosure Project), Global Compact, World Resources Institute ve WWF tarafından oluşturulan Bilim Temelli Hedefler Girişimi de şirketlerden, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin değerlendirme raporlarında öngörülen karbonsuzlaşma seviyeleriyle uyumlu emisyon azaltım hedefleri vermelerini talep ediyor. Bu doğrultuda hareket edeceğini beyan eden katılımcıların, küresel karbon bütçesini de göz önüne alarak yenilikçi ve inovatif yaklaşımlarla iddialı ve anlamlı sera gazı emisyonu azaltım hedefleri ortaya koymalarını ve bunları kamuoyuyla paylaşmaları bekleniyor.
Bilim Temelli Hedeflerin belirlenmesinde farklı sektörlerin emisyon yoğunlukları, toplam emisyonlardaki payları, sektörlerdeki emisyon azaltım potansiyeli, bunun için gerekli teknolojik çözümlerin varlığı gibi unsurlardan oluşan ve “Sektörel Dekarbonizasyon” (karbonsuzlaşma) ismi verilen çok boyutlu bir yaklaşım kullanılıyor. 2023 yılı sonu itibarıyla dünyada, SBTi tarafından onaylanmış Bilim Temelli Hedefler veren 4000’in üzerinde şirket ve finans kuruluşu bulunuyor.
İnisiyatif hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliği, Karbonsuzlaştırma, Karbon Ayak İzi
Biyolojik çeşitliliğin mevcut ve gelecek nesillerin yararı için korunmasını ve sürdürülebilir şekilde kullanılmasını amaçlayan Sözleşme (UNCBD), üye ülkelerin tamamının onayıyla 1993 yılında yürürlüğe girdi. Sözleşmeye ek olarak, genetiği değiştirilmiş organizmaların sınır ötesi hareketlerini düzenleyen Kartagena Protokolü 2003, genetik kaynakların kullanımından doğan yararların adil ve hakkaniyete uygun paylaşımını amaçlayan Nagoya Protokolü ise 2014 yılında yürürlüğe alındı. 2010 yılı ise Birleşmiş milletler tarafından Uluslararası Biyoçeşitlilik Yılı ilan edildi.
Sözleşme çerçevesinde düzenlenen taraflar arası konferansların (COP) ilki, Bahama Adalarından Nasau’da (COP1) 1994 yılında düzenlendi. COP15 ise 2021 yılında Çin’in Kunming kentinde gerçekleştirildi. Ancak COVID19 pandemisi nedeniyle ihtiyaç duyulan temel kararlar alınamadığı için COP15, 7-19 Aralık 2022’de Kanada’nın Montreal kentinde ek bir buluşma daha düzenledi ve orada Kunming-Montreal Küresel Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi ilan edildi. Zirve sonuç kararlarında, 2030 yılında kadar deniz ve kara alanlarının %30’unun koruma altına alınması ve koruma çalışmalarına yılda 30 milyar dolar yıllık finansman sağlanması öngörüldü.
Sözleşme hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Biyoçeşitlilik, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi
Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki çevre politikalarını desteklemek üzere kurulan bu programın ilk direktörü, Stockholm Konferansı’nın önemli isimlerinden Maurice Strong’dur. Merkezi Kenya’nın Nairobi kentinde bulunan UNEP’in altı bölgesel ofisi ve pek çok ülke ofisi bulunuyor. UNEP’in karar alma mekanizması olan genel kurulda 58 asil üye yer alıyor. Bu üyeliklerden 16 tanesi Afrika, 13 tanesi Asya, 6 tanesi Doğu Avrupa, 10 tanesi Latin Amerika ve Karayip ve 13 tanesi Batı Avrupa ve diğer ülkelerden oluşuyor.
1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü ile Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) kuran UNEP, aynı zamanda Küresel Çevre Fonu’nun (GEF) uygulayıcı kurumlarından birisidir. UNEP’in 7 ana çalışma birimi şu şekilde sıralanır:
1) Erken uyarı ve değerlendirme (DEWA)
2) Çevresel politika uygulama (DEPI)
3) Teknoloji, sanayi ve ekonomi (DTIE)
4) Bölgesel işbirliği (DRC)
5) Çevre hukuku ve sözleşmeleri (DELC)
6) İletişim ve kamuoyunu bilgilendirme (DCPI)
7) Küresel Çevre Fonu kolaylaştırıcılığı (DGEF)
Sürdürülebilir kalkınma tanımını uluslararası literatüre kazandıran Brundtland Raporu da (1987) UNEP’in güçlendirilmesi ve büyümekte olan çevre sorunlarıyla doğrudan başa çıkmakta küresel bir araç olmasını teşvik etti. 1992’deki Rio Zirvesi’nde UNEP, uluslararası çevre anlaşmalarının koordinasyon mekanizması görevini üstlendi.
UNEP’in nihai hedefi bugünkü ve gelecekteki kuşakların refahının sağlanması ve küresel çevresel hedeflerin tutturulması olarak kabul edildi.
Programla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi
1992 yılında Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen “Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nda imzaya açılan Sözleşme, Rio Zirvesi kapsamında belirlenen Gündem 21'in doğrudan tavsiyesinden doğan tek sözleşme olma özelliğine sahiptir. İyi kurumsal yönetim ve sürdürülebilir kalkınmanın omurgası olan katılım, ortaklık ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması ilkelerine dayanan Sözleşme’ye 19 ülke ve Avrupa Birliği taraftır.
UNCCD Daimi Sekreterliği, 1997 yılında Roma'da düzenlenen ilk Taraflar Konferansı (COP 1) sırasında kuruldu. Ocak 1999'dan bu yana Almanya'nın Bonn kentinde bulunur.
Taraflar Konferansı’nın (COP) ve Sözleşme kapsamında oluşturulan alt organlarının oturumları için düzenlemeler yapmak olan UNCCD Sekretaryası, kuraklık ve çölleşmeden derinden etkilenen gelişmekte olan taraf ülkelere ve özellikle Afrika ülkelerine yönelik destek çalışmalarına devam ediyor.
UNCCD’nin resmi sitesine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD), Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), Aşırı Hasat
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), 1992 yılında Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda imzaya açıldı ve 191 ülke ile Avrupa Birliği’nin parlamentolarının onaylamasıyla yürürlüğe girdi.
UNFCCC; insan kaynaklı iklim değişikliğinin tehlikeli etkileri olduğunu kabul ederek atmosferdeki sera gazı oranlarını düşürmeyi ve bu gazların olumsuz etkilerini en aza indirerek belli bir seviyede tutmayı amaçlar ve bu çerçevede genel ilkeler, eylem stratejileri ve imzacı ülkelerin yükümlülüklerini düzenler. Sözleşme, uluslararası düzeyde iklim değişikliğine yönelik ilk çevre mutabakatı olmasıyla önemli olsa da taraf ülkeler üzerinde kesin bir yaptırıma sahip değildir, ülkeler gönüllülük esasına göre kararlara uyum sağlarlar. Taraflar Konferansları (Conferences of Parties, COP) UNFCCC’nin en üst karar alma organıdır her yıl toplanan Taraflar Konferansı’nda kararlar taraf ülkelerin oy birliğiyle alınır.
Temeli, taraf ülkelerin taahhütlerine dayanan Sözleşme’nin 4. maddesinde ülkelerin sera gazı emisyonlarına yönelik yükümlülükleri düzenlenir ve mali desteklerine yönelik yükümlülükleri de açıklanır.
İklim rejiminin altyapısını oluşturan ve işbirliğinin temel kurallarını koyan Sözleşme’nin en belirgin özelliği “Ortak Fakat Farklılaştırılmış Sorumluluklar ve Göreli Yeterlikler İlkesi”ni (Common but Differentiated Responsibilities and Respective Capabilities/CBDR-RC) pratikte uygulayabilmek üzere taraflar arasında yükümlülüklerine göre yapılan ayrımdır. Sözleşme, iklim değişikliğindeki farklı sorumluluklarını esas alarak, taraf ülkeleri yükümlülük türleri açısından, Sözleşme’nin eklerinde düzenlenmiş olan üç ayrı grupta sınıflandırır.
1992’de OECD üyesi olan ülkelerle geçiş ekonomisi ülkelerinin yer aldığı EK-I listesindeki taraflar sera gazı emisyonlarını azaltma yükümlülüğü altındadır. O dönemdeki OECD üyesi olan ülkeleri kapsayan EK-II listesindeki taraflar emisyon azaltımı yanında gelişmekte olan ülkelerin azaltım ve adaptasyon açısından iklim değişikliğiyle mücadele önlemlerini desteklemek üzere mali ve teknolojik yardım yükümlülüğüne sahiptir. Bu iki listede yer verilmeyen ve EK-I Dışı Taraflar olarak anılan grup ise genel olarak gelişmekte olan ülkeleri kapsamaktadır. Tüm taraflar Sözleşme'nin amacı doğrultusunda iklim değişikliği ve etkileriyle mücadelede işbirliği yapma, ilgili raporlama ve bildirim gereklerini yerine getirme yükümlülüklerini ortak olarak üstlenmiştir. Ortak Fakat Farklılaştırılmış Sorumluluklar ilkesi gereği gelişmekte olan ülkelerin raporlama yükümlülüklerinde esneklik sağlanmıştır.
Sözleşme yürürlüğe girdiği dönemde Türkiye her iki ekte de yer aldı ve OECD kurucu üyesi olarak, UNFCCC 1992 yılında kabul edildiğinde gelişmiş ülkeler ile birlikte Sözleşme’nin EK-I ve EK-II listelerine dâhil edildi. 2001’de Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) alınan 26/CP.7 sayılı kararla Türkiye’nin diğer EK-I Taraflar’ından farklı konumu tanınarak, adı UNFCCC’nin EK-II listesinden çıkarıldı fakat EK-I listesinde kalmaya devam etti.
İlk Taraflar Konferansı toplantılarından bu yana çeşitli gündemler altında konumunun yanlış belirlendiğini ve bunun değiştirmesi gerektiğini gündeme getiren Türkiye’nin isminin EK-II listesinden silinmesi 2001 yılında tüm taraf ülkelerin oy birliğiyle karar altına alındı, ancak bu karar henüz yürürlüğe girmedi.
Taraflar Konferansı ile alınan kararlara rağmen Türkiye, Sözleşme’nin 2010 yılında müzakere edilen ve 2012 yılında çalışmalarına başlayan ve gelişmekte olan ülkelere finansal destek vermeye yönelik kuruluşu kabul edilen Yeşil İklim Fonu’ndan (GCF-Green Climate Fund) faydalanamadı, ancak temel koşulu Dünya Bankası’ndan fon almaya ehil olmak şeklinde tanımlanan Küresel Çevre Fonu’ndan (GEF) faydalanabildi.
UNFCC’nin ana sitesine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCCD), Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD), İklim Değişikliği
İnsan hakları, emek, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarında 10 temel ilkeye sahip olan Küresel İlkeler Sözleşmesi öncelikli olarak iş dünyasını, iş gücünü, sivil toplumu, üniversiteleri, belediyeleri ve kamu kurumlarını bir araya getirerek, tüm dünyada sürdürülebilir, ortak bir küresel kalkınma kültürünü yaymayı ve bu konudaki işbirliklerini geliştirmeyi amaçlar.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün İşyerinde Temel İlkeler ve Haklar konusundaki Beyannamesi, Çevre ve Kalkınma ile ilgili Rio Bildirgesi ve Birleşmiş Milletler Yolsuzluğa Karşı Sözleşme 1’den türetilen Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin on temel ilkesi şunlardan oluşur:
1. İş dünyası, ilan edilmiş insan haklarını desteklemeli ve haklara saygı duymalı,
2. İş dünyası, insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmamalı,
3. İş dünyası, çalışanların sendikalaşma ve toplu müzakere özgürlüğünü desteklemeli,
4. Zorla ve zorunlu işçi çalıştırma uygulamasına son verilmeli,
5. Her türlü çocuk işçi çalıştırılmasına son verilmeli,
6. İşe alım ve işe yerleştirmede ayrımcılığa son verilmeli,
7. İş dünyası, çevre sorunlarına karşı ihtiyati yaklaşımları desteklemeli,
8. Çevresel sorumluluğu arttıracak her türlü faaliyete ve oluşuma destek vermeli,
9. Çevre dostu teknolojilerin gelişmesini ve yaygınlaşmasını desteklemeli,
10. İş dünyası, rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla savaşmalıdır.
Kurumla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Şeffaflık ve Hesap Verilebilirlik
Küresel ölçekte büyük bir sorun haline gelen ve çoğunlukla ürün ambalajlarından kaynaklanan atıklar nedeniyle biyobozunurluk özelliği giderek önem kazanıyor. Biyolojik bozunma en temelde üç bağlantılı süreç içerir. İlk olarak söz konusu nesnenin yapısal unsurlarının mekanik olarak zayıflaması anlamına gelen biyolojik bozulmayla gerçekleşir. Daha sonra artık malzemenin mikroorganizmalar tarafından biyolojik parçalanması gelir ve son olarak eski materyalin yeni organik yapılara dahil edilmesi anlamına gelen asimilasyon süreci yaşanır.
Doğada hemen hemen tüm kimyasal bileşikler ve malzemeler biyolojik bozunmaya uğrar ancak buradaki kritik unsur aslında zamandır. Organik atıklar günler içinde bozulabilirken cam ve bazı plastiklerin bozulması, ayrışması ve içinde bulunduğu yeni ortamdaki materyallerle asimilasyonu binlerce yıl alabilir. Avrupa Birliği tarafından kullanılan Biyolojik Bozunma Standardı, orijinal malzemenin %90'ından fazlasının altı ay içinde biyolojik süreçlerle tamamen bulunduğu ortama karışmasını gerektirir.
Türkçede kimi zaman biyoçözünürlük olarak da kullanılan kavram, üreticilerin kullandığı ambalaj malzemelerinin yarattığı çevre kirliliğini azaltmak veya sınırlandırmak için hayati öneme sahiptir. Bozunma süresini dikkate almayan biyobozunurluk ifade ve iddiaları çoğu zaman yeşil aklama olarak değerlendirilir. Toprak ve suda gerçekleşen atık kirliliğini sınırlamak için biyobozunurluğu hızlı ve kolay materyaller üretmek, materyallerin geri dönüşümünü temel alan döngüsel ekonomi çalışmaları için de önemli bir rol oynar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Geri Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi, Yeşil Aklama
Biyoçeşitliliğin önemi, yalnızca hayatın temeli olduğu gerçeğine değil, insanlığa ekolojik, ekonomik, kültürel, manevi ve diğer pek çok açıdan sağladığı faydalara da dayanıyor. Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne (UNCBD) göre, dünya ekonomisinin en az %40’ı ve yoksul insanların ihtiyaçlarının en az %80’i biyolojik kaynaklardan sağlanıyor. Biyoçeşitlilik dünyanın farklı yerlerindeki insan topluluklarına, yiyecek içecek, ilaç, sanayi malzemesi, ekolojik hizmetler, estetik değerler, doğal afetlere karşı koruma, araştırma, eğitim ve iş imkanları sağlıyor. Ancak biyoçeşitlilik, ekosistemleri olumsuz etkileyen ve dünyanın farklı yerlerindeki türlerin neslini tehlikeye atan insan faaliyetleri ve iklim değişikliği nedeniyle tehlike altında. Binlerce memeli, kuş, sürüngen, iki yaşamlı ve balık popülasyonundaki eğilimleri değerlendiren Yaşayan Gezegen Endeksi (LPI), 1970 ve 2016 yılları arasında küresel ölçekte %68 oranında bir düşüşe işaret ediyor. Bunda, karasal alanların insan eliyle farklı amaçlar için dönüştürülmesi önemli rol oynuyor.
Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği verilerine göre, küresel ölçekte değerlendirmeye alınan 150.388 canlının 42.108’inin, yani %28’sinin nesli tehlike altında. Birçok araştırma ve bilim insanına göre, biyolojik çeşitlilikte 6. Büyük Yok Oluş ile karşı karşıya olabiliriz. Küresel yok oluşta canlı gruplarına baktığımızda kuş türlerinin %13, sürüngenlerin %21, memelilerin %27, mercan resiflerinin %36, köpekbalıkları ve vatozların %37, amfibilerin %41, kabuklu canlıların ise %28’inin neslinin tehlike altında olduğu saptanmış durumda.
Türkiye, iklimsel ve coğrafi özellikleriyle, biyoçeşitlilik açısından son derece zengin bir ülke olarak kabul ediliyor. Bu tür çeşitliliği ve doğal yapısı ile Türkiye, dünyadaki 34 sıcak noktadan biri olup Kafkaslar, Akdeniz ve İran-Anadolu olmak üzere üçünün tam kesişiminde yer alan tek ülke olarak da çok özel bir yere sahip. Avrupa’nın tamamında 12.000 olarak kaydedilen kapalı tohumlu bitki türü sayısının, Türkiye’de 11.000’in üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Tüm dünya denizlerinde 30.000 civarında olan tür sayısı, Türkiye denizlerinde 4000 olarak kaydediliyor. Türkiye’de bitki türlerinin %38’i, hayvan türlerinin ise %18’i endemik. Bununla beraber Türkiye coğrafyasında 1284 bitki türü ile 139 hayvan türünün nesli tehlike altında ve bilinen türlerden 11’i tamamen yok oldu.
Tehlike altındaki türlerle ilgili ayrıntılı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, İklim Değişikliğine Uyum, Ekosistem Hizmetleri
Kimi zaman “Biyoenerji” olarak da adlandırılan biyokütleden doğrudan elektrik, ısı üretimi ya da dolaylı olarak sıvı, katı veya gaz formunda yakıtların üretilmesi için yararlanılır. Kentsel atıklardan elektrik üreten atıktan enerji üretim tesisleri, biyodizel ve etanol üretimi, peletten elektrik ve ısı üretimi yaygın olarak kullanılan biyokütle teknolojileridir.
Küresel birincil enerji tüketiminin yaklaşık %14’ünü karşılayan biyokütle enerjisinin %64’ü odun sobaları gibi geleneksel ısınma yöntemlerine dayanıyor. Isınma ve yemek pişirme için odun, odun kömürü, tarımsal ve hayvansal atıkların kullanımı, geleneksel biyokütle kullanımının en yaygın örnekleri olarak kabul edilir. Biyokütle tüketiminin yaklaşık %36’lık kısmı ise elektrik üretimi, ulaşım ve ısı üretimi sektörlerindeki modern kullanımlardan kaynaklanıyor. Geleneksel biyoyakıt kullanımında enerji verimliliği ortalamada %10-20 gibi oldukça düşükken, modern biyoenerji teknolojilerinin sağladığı ortalama verim yaklaşık %58 seviyesine ulaşabilir. Küresel ölçekte konutlarda ısıtmanın yaklaşık %30’u biyokütle ile karşılanırken, elektrik üretimi ve ulaşım sektörlerindeki payı ise sırasıyla %2 ve %2,8.
Döngüsel ekonominin önemli bir unsuru sayılan modern biyokütle teknolojileri, iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının azaltılmasına yönelik teknoloji seçenekleri arasında sayılıyor. Uluslararası Enerji Ajansı, iklim değişikliğiyle mücadele hedeflerine ulaşılabilmesi için biyokütle kullanımının önümüzdeki 25 yıl içinde %70 oranında artması, geleneksel biyokütle kullanımlarının da yerini tamamen modern teknolojilere bırakması gerektiğini savunuyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Geri Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi, Atıktan Enerji Üretimi
Bilimsel araştırmalar sayesinde hayvanların, bitkilerin ve mikropların doğayla bütünleşik çalışan mükemmel mühendisler ve tasarımcılar olduğu biliniyor. Biyomimikrinin temelinde de bugün karşılaştığımız birçok sorunu, doğanın zaten çözmüş olduğu ve onlardan alacağımız derslerle birçok sorunu çözebileceğimiz fikri yatıyor.
Gökyüzünden diklemesine suya çok hızlı dalabilen yalıçapkını kuşlarının gagalarının sürtünmeyi azaltarak hızlarını artırdığı bilgisinden yola çıkarak tasarlanan Japonya’daki Nakatsu hızlı trenleri biyomimikrinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Eiji Nakatsu adlı mühendis, trenin daha hızlı gidebilmesi için aynı yöntemi hızlı trenlere aktararak 1994 yılında daha verimli bir tasarıma imza attı.
Karda daha rahat yürüyebilmemizi sağlayan ve hedik adı verilen kar ayakkabılarının tasarımı ise aslında arka ayakları geniş, uzun ve yayvan olan tavşanlardan esinlenir.
MIT’den üç öğrencinin güneş enerjisinden daha fazla faydalanmak için güneş panellerinde ayçiçeğini taklit eden çalışmaları da başka bir biyomimikri uygulamasıdır. Bu sayede paneller bütün gün güneşi en iyi alabileceği açıyla duran bu bitkiye benzer biçimde güneşli ve gölgeli kısımlar arasındaki sıcaklık farkını anlayarak yön değiştirir.
Bugün biyomimikri mühendislikten mimarlığa, uzay bilimlerinden konfeksiyona ve hatta toplumsal örgütlenmelere kadar çok farklı sektör ve alanlarda kullanılan bir tasarım yaklaşımı haline gelmiştir ve döngüsel ekonomi uygulamalarında sıklıkla yer alır.
Biyomimikri ile ilgili daha ayrıntılı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Döngüsel Ekonomi, Biyoçeşitlilik, Biyobozunur
Biyoplastikler en temelde bitkilerden ve bakterilerden türetilen veya bunlar ile sentezlenen kimyasal bileşiklerden elde edilir. Biyolojik olarak kolayca bozunabilir olduğu için çevreye zararları geleneksel plastiklere oranla çok daha düşüktür. Ayrıca petrolden üretilmediği için üretimindeki emisyon değerleri de daha düşüktür.
20.yüzyılın başından itibaren plastiklerin geliştirilmesinde ve kullanımında önemli bir artış yaşandı. Kimyasal ekstraksiyon ve sentez yoluyla petrolden elde edilen geleneksel plastikler genellikle biyolojik olarak parçalanamadığı için plastik atıklar doğada çok uzun yıllar boyunca kalabiliyor. Ayrıca toprakta ve özel olarak da deniz suyunda parçalandığında mikro plastikler halinde büyük alana yayılabiliyor ve canlıların biyolojik yapılarına girerek insanların besin zincirine kadar ulaşabiliyor.
Bilinen ilk biyoplastik, 1926 yılında Maurice Lemoigne adındaki Fransız araştırmacı tarafından Bacillus Megaterium bakterisi üzerinde yapılan çalışmadan elde edildi. Fakat 1970’lerdeki petrol krizine dek bu keşif pek dikkat çekmedi. Ancak teknolojik gelişmeler sayesinde soya fasulyesi, mısır veya değişik bitkisel yağlardan günümüzde daha verimli ve daha düşük maliyetli biyoplastik elde edilebiliyor.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Atık Yönetimi, Döngüsel Ekonomi, Biyobozunur
Asıl ismi “Ortak Geleceğimiz” (Our Common Future) olan Brundtland Raporu, sosyal adalet, ekonomik büyüme ve çevresel sorunlar arasındaki bağlantıyı ele alan ilk ve temel belgelerden biri olarak kabul edilir. Raporun hazırlanmasında aktif görev alan, WCED Başkanı Gro Harlem Brundtland'ın anısına "Brundtland Raporu" olarak anılmaktadır.
Brundtland Raporu ile dünya çapındaki kritik çevresel sorunların esas olarak Küresel Güney'in büyük yoksulluğu ve buna karşın Küresel Kuzey'in sürdürülemez tüketim ve üretim modellerinden kaynaklandığı kabul edildi. Raporda, kalkınma ile çevreyi birleştiren bir strateji olarak “sürdürülebilir kalkınma” terimi tanımlandı: “Sürdürülebilir kalkınma, bugünün gereksinimlerini gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılama yeteneğinden ödün vermeden karşılayan kalkınmadır.”
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Programı (UNDP), Brundtland Raporu’nun Birleşmiş Milletler için belirlediği direktifler doğrultusunda kuruldu. Yanı sıra Rapor ile 1992 yılında Rio de Janeiro'da düzenlenen ve aynı yıl BM Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu'nun kurulması ile sonuçlanan Rio Zirvesi'nin temelleri atıldı.
Raporun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Gezegensel Sınırlar, İklim Değişikliğine Uyum
İlk kez, ürünler üzerindeki Evrensel Ürün Kodları (UPC) barkodunu okuyan ve tüketicinin değerlerine ne kadar iyi uyum sağladığına bağlı olarak o ürünü satın alıp almaması gerektiğini öneren internet tabanlı bir platform ve akıllı telefon uygulaması olan Buycott.com ile ortaya çıkmıştır.
Bu uygulama sayesinde bireyler, çeşitli konu ve konulara desteğini veya karşıtlığını belirtmek için çeşitli Buycott kampanyalarına katılabilirler. Uygulama onlara, hangi kurumlardan satın almaktan kaçınmaları konusunda tavsiyelerde bulunur. Tüketici böylece "cüzdanıyla oy verebilir" ve rakip bir ürünü satın almayı tercih edebilir veya satın alma işleminden tamamen vazgeçebilir.
Söz konusu internet sitesi ve uygulaması dışında da tüketiciler bir araya gelerek, çevresel ve sosyal konularda olumsuz etiklere sahip marka ve şirketlerin aleyhine olacak şekilde daha iyi firmaların, sözgelimi B Corp (Benefit Corporation) veya Fair Trade (Adil Ticaret) sertifikasına sahip olan kurumların ürünlerini satın alma yolunda örgütlenebilir.
Bu konuda daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: B Corp, Eko-Etiketleme
İnsanlık tarihi boyunca, insanlar arası farklılıklara karşı çeşitli ayrımcı uygulamalar bulundu. Batıda insan hakları ve reform hareketlerinin ortaya çıkışı ve eşitlik fikrinin tüm dünyaya yayılması sonucunda insanlar arası cinsel, dinsel, mezhepsel, etnik ve kültürel farklılıkların baskılanmasına karşı gelişen çeşitlilik yaklaşımı, modern sürdürülebilirlik çalışmalarının da önemli bir parçasıdır. Farklılıkların bir sorundan çok bir zenginliği ifade ettiğini öne süren çeşitlilik, çoğunlukla eşitlik ve kapsayıcılık başlıkları ile birlikte ele alınır.
İş dünyasının kapsayıcılık çalışmalarında giderek daha güçlü bir şekilde vurgulanan ve çeşitli kurumsal programlar aracılığıyla geliştirilmeye çalışılan çeşitlilik, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın 5. (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği) ve 10. (Eşitsizliklerin Azaltılması) amaçlarında doğrudan ele alınır ve diğer amaçların hemen hepsinde de kavram olarak yer alır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Eşitlik, Kapsayıcılık, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları
İlk başlarda insanın içinde yaşadığı ortam anlamına gelen çevre kavramı zaman içinde anlamsal bir değişim geçirdi ve insan ile diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam tanımına evrildi.
Çevre kavramı iki temel bileşene göre incelenebilir; bitki örtüsü, mikroorganizmalar, toprak, kayalar, atmosfer ve sınırları içinde gerçekleşen bütün doğa olayları dahil olmak üzere, insan müdahalesi olmaksızın kendi başına birer doğal sistem olarak varlığını sürdürebilen ekolojik birimler ve ikinci olarak da hava, su ve iklim gibi kesin sınırları olmayan; enerji, radyasyon, elektrik yükü ve manyetizma gibi modern insan faaliyetlerinden kaynaklanmayan evrensel doğal kaynaklar ve fiziksel olaylar.
Artan nüfus ve teknolojik gelişmeler sonucunda insanlığın doğaya yönelik artan baskısına bağlı olarak ortaya çıkan ekolojik sorunlar, çevre kavramını daha geniş bir perspektife taşıdı. Kimi zaman insan merkezli bir bakış açısı olduğu yönünde eleştirilere de maruz kalan çevrecilik kavramı da daha geniş olan bu tanımdan türedi. Ancak insanlığın karbondioksit ve azot gibi doğanın temel döngülerini etkileyen ve iklimsel istikrarı değiştirecek çaptaki küresel ekolojik etkisi nedeniyle çevre sorunları tanımlamasının artık yeterli olmadığına yönelik eleştiriler yaygınlaşıyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Ekolojik Ayak İzi, Çevresel Etki, Antroposen
Uluslararası Standartlar Örgütü (International Organization for Standardization, ISO), ürünlerin çevresel etkilerini ölçme ve en aza indirmek için Çevresel Etiket ve Bildirimleri Rehberi ISO 14020 serisi (14020, 14021, 14024, 14025) standartlarını düzenlemiştir. ISO tarafından veya başka uluslararası veya ulusal eko-etiket sertifikasyon yapıları tarafından tanınmayan çevre dostu ifadesi, bu anlamda üçüncü taraflarca denetlenmemiş bir pazarlama terimi olarak kabul edilmektedir.
Pazarlama faaliyetlerinde sıklıkla kullanılsa da bu konuda özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM), çerçevesinde, bu tür ifadelerin kullanılmasının yasal soruşturmaları gündeme getirmesi bekleniyor. AYM’nin uygulanabilirliği bağlamında temel bir araç olarak kabul edilen AB Taksonomisi, en temel şekilde “neyin yeşil olarak kabul edilip, neyin kabul edilmeyeceği” hususunu netleştirmeyi amaçlıyor. Özellikle gerek tüketiciler gerekse de yatırımcılar nezdinde önemli bir karar verme ölçütü olan “yeşil ve çevreye duyarlı olma” kriterinin, “çevre dostu” gibi belirsiz terimler aracılığıyla suistimal edilmesi, tüketiciler ve yatırımcılar nezdinde gerçekte var olmayan bir “yeşil” intibanın oluşturulmasının, yani yeşil aklamanın önüne geçilmesi amaçlanıyor.
Eko Etiketler konusunda daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Avrupa Yeşil Mutabakatı, Yeşil Aklama, Karbon Ayak İzi
Doğal varlıkların parasal değerlerinin hesaplanması anlamına gelen “çevresel değerleme” (environmental valuation) ile ilişkili olmasına rağmen, bu iki kavram farklı anlamlar ve işlevler içerir. Çevresel değerlendirme, gerçekleşmesi planlanan projelerin çevreye ve toplumsal refaha nasıl etkiler bırakacağını görmemizi sağlar. Çeşitli yöntemler kullanılarak, bir yatırımın faydası ile zarar ve etkileri önceden hesaplanarak, projenin yapılıp yapılmayacağına karar verilir. Bu yöntemlerin en bilinenleri (ülkemizde de kullanılan) Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) (Environmental Impact Assessment) ve Fayda Maliyet Analizi’dir. Bunun yanı sıra etki değerlendirme konusunda daha geniş bir çerçeve içeren Sosyal Çok Kriterli Değerlendirme (Social Multi-Criteria Assessment, SMCE) gibi başka yöntemler de mevcuttur.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Etki Değerlendirmesi, Çevresel Etki, Antroposen
Ekosistemler üzerinde kısa veya uzun vadede, görece küçük veya geniş çaplı olumsuz sonuçlar doğurabilecek çevresel etkiler, halk sağlığını ve yaşam kalitesini de doğrudan etkileyebilen sorunlardır. Su toprak ve hava kirliliği ile gürültü ve koku kirliliği de çevresel etkiler kapsamında değerlendirilir. Emisyonlara bağlı hava kirliliği, iklim değişikline neden olan sera gazları, doğal ortamlara yapılan atık su deşarjı, denizel ve karasal atıklar, gürültü, kültür ve tabiat varlıklarının tahribatı gibi farklı çevresel etkiler söz konusudur. Benzer şekilde yeraltı suları da insan faaliyetlerinden ciddi şekilde etkilenebilir.
Çevresel etki, her bir proje ve faaliyet için özel olarak, konunun uzmanları tarafından Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) analizleriyle ölçülebilir.
Kavramla ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Antroposen, Atık Yönetimi, Karbon Ayak İzi
ÇED süreci, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeye engel olmaksızın çevre değerlerini koruyarak, yapılması planlanan ve ÇED Yönetmeliği’ne tabi projelerin çevreye olabilecek sürekli veya geçici potansiyel etkilerinin ilgili tüm tarafların görüş ve önerilerini de dikkate alarak işletme öncesi, işletme dönemi ve işletme sonrasını da içine alarak değerlendirilmesini, izlenmesini ve denetlenmesini içerir. Türkiye’de bu konudaki ilk yasal düzenleme ÇED Yönetmeliği adı altında 07/02/1993 tarihinde yayımlanmıştır. Yönetmelik üzerinde yıllar içinde çeşitli düzenlemeler ve değişiklikler yapılmıştır.
Uluslararası Etki Değerlendirmesi Derneği (IAIA) Çevresel Etki Değerlendirmesi’ni "büyük kararlar alınmadan ve taahhütler verilmeden önce yatırımların biyofiziksel, sosyal ve diğer ilgili etkilerini belirleme, tahmin etme, değerlendirme ve azaltma süreci" olarak tanımlar.
ÇED'ler, karar vericilerin, detaylı çevresel çalışmalar ve potansiyel çevresel etkiler hakkındaki kamuoyu yorumları ışığında gerekçelendirmelerini gerektirir. ÇED süreci, ele alınan proje başlamadan önce çevresel ve sosyal etkileri bir bütün halinde ve ilgili tüm tarafların görüşleri ele alınarak yapıldığından dolayı, büyük çevresel ve toplumsal sorunları önceden önlemeyi sağlar ve sürdürebilir kalkınma açısından kritik öneme sahiptir.
ÇED ile ilgili ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz
Bağlantılı kavramlar: Stratejik Çevresel Değerlendirme, Biyoçeşitlilik, Karbon Ayak İzi
Ekonomik gelir ve çevre kalitesi arasındaki sistematik ilişkiyi anlamaya çalışan tartışmaların öncülü kabul edilen hipotez ilk kez Gene M. Grossman ve Alan Krueger isimli iki ekonomistin 1991 tarihli çalışmalarından sonra yaygın olarak tartışıldı. Ancak hipotezin kökeni Simon Kuznets’in 1950’li yıllarda ortaya attığı gelir eşitsizliği ile gelir artışı arasındaki ilişkiye dair teoriye kadar uzanır.
Hipotez ilk ortaya konduğunda, atmosferdeki kirletici ölçeği olarak kabul edilen partikül madde seviyesi gibi bazı çevre kalitesi göstergelerinin gelir ve tüketim miktarı arttığı halde iyileştiğini gösterdiği için oldukça ilgi çekmiştir. Bu hipotez öncesinde bilim insanları görece daha zengin ekonomilerin doğal kaynaklar ve çevre üzerindeki ayak izlerinin, görece fakir ekonomilerden daha hızlı arttığını düşünüyorlardı. Yani sanayileşmeyi terk etmeden, çevre kirliliği üzerindeki baskıyı tersine döndürmenin mümkün olmadığı görüşü hakimdi. Çevresel Kuznets Eğrisi, bu durumun düşünüldüğü gibi olmadığına dair çeşitli istatistiksel kanıtlar sağladı. Simon Kuznets’in 1950’li yıllarda ortaya attığı teoriye göre, kişi başına gelir arttıkça gelir eşitsizliği önce artıyor ardından düşüşe geçiyordu. Benzer şekilde, Çevresel Kuznets Eğrisi hipotezinde de ülkelerin kişi başına gelirleri arttıkça önce çevre kalitesinde düşüş yaşanacağı, ancak belirli bir noktadan sonra bu durumun tersine döneceği savunuluyordu.
Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda Çevresel Kuznets Eğrisi’nin ekonomik büyüme, gelir ve çevre kalitesi arasındaki ilişkiyi tanımlamakta yetersiz olduğu kabul ediliyor. Son yapılan çalışmalara göre çevre kalitesi için en belirleyici faktörün gelir düzeyi değil, politika tedbirleri olduğu savı güçlenmiş durumda.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Emerji, Donut Ekonomileri, Döngüsel Ekonomi
ÇSY terimi ilk kez 2005 yılında düzenlenen kurumsal yatırımcıları, varlık yöneticilerini, arz ve talep araştırma analistlerini, danışmanları, hükümet yetkililerini ve kamu yöneticilerini bir araya getiren “Who Cares Wins” konferansında kullanıldı. Uzun dönemli değere yatırım yapma konusunu ele alan etkinlik, Dünya Bankası Finans Kuruluşu IFC, Global Compact ve İsviçre Dış İlişkiler kurumu tarafından Zürih’te düzenlendi.
ÇSY kapsamında “Çevresel” kriteri, şirketin doğa üzerindeki etkilerini nasıl yönettiğini gösterirken, “Sosyal” kriteri, kurumun çalışanlarıyla, tedarikçileriyle, müşterileriyle ve operasyonlarını gerçekleştirdikleri bölgedeki topluluklarla ilişkilerini nasıl yönettiğine odaklanıyor. “Kurumsal Yönetim” kriteri ise, şirket liderliğinin dış denetim, hissedar hakları ve iç kontrollerine dairdir. ÇSY hedeflerini ölçmek için hem resmi hem de finansal kurumlar çeşitli model ve araçlar geliştirmiştir.
ABD orijinli US SIF (The Sustainable Investment Forum / Sürdürülebilir Yatırım Forumu) Vakfı’nın 2020 tarihli raporuna göre, ÇSY kriterlerine uygun olan yatırımcıların toplam küresel varlığı 17,1 trilyon dolara ulaştı. Ancak Bank of America’nın 2024 yılı hesaplamalarına göre ÇSY fonlarındaki varlıkların değeri 2020'de 17 trilyon dolardan 2022'de 8 trilyon dolara düştü ve paranın geri çekilme eğilimi 2024'te de devam etti. Analistler bu düşüşün sorumluluğunu daha katı düzenlemelere, çevre dostu olma konusundaki yanıltıcı iddialara, enerji arzının istikrarına ilişkin endişelere bağlıyor.
Konuyla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: BIST Sürdürülebilirlik Endeksi, Antroposen, Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksleri
“Kritik kütle anı, eşik, kaynama noktası” olarak tanımlanan ve birçok farklı alanda da kullanılan devrilme noktası terimi iklim biliminde, aşıldığında iklim sisteminde büyük, hızlanan ve çoğu zaman geri döndürülemez değişikliklere yol açan kritik dönüşüm anlamına geliyor. Eğer devrilme noktaları aşılırsa, insan toplulukları üzerinde ciddi etkileri olması muhtemeldir ve küresel ısınmanın çok daha hızlanmasına sebep olabilir.
Devrilme noktalarına örnek olarak, güçlü bir sera gazı olan metanın açığa çıkmasına neden olan permafrostun (donmuş toprağın) erimesi veya gezegenin daha hızlı ısınmasına neden olacak şekilde gezegenin albedo (yansıtabilirlik) oranını azaltan buz tabakalarının ve buzulların erimesi verilebilir.
Bilim insanları, gezegenin sanayi öncesi döneme kıyasla 1 dereceden fazla küresel ısınmasının devrilme noktalarının yaşanma olasılığını artırdığını ifade ediyor. Küresel ısınmanın 2 derecenin üzerine çıkması halinde ise devrilme noktalarının yaşanma olasılığının büyük oranda artacağı tahmin ediliyor. Jeolojik kayıtlarda eski çağlarda dünyada devrilme noktalarının çeşitli kereler yaşanmış olabileceğini düşündüren pek çok iz bulunuyor.
Bugün Batı Antarktika ve Grönland buz tabakaları, Amazon yağmur ormanları ve mercan resifleri gibi bazı kritik ekosistemlerin devrilme noktalarının aşılmasına yakın olduğu veya halihazırda geçildiği de iddia ediliyor. En büyük tehlikelerden biri ise bir sistemdeki devrilme noktasının aşılmasının başka devrilme noktalarını tetiklemesi olasılığı olarak görülüyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Antroposen, İklim Değişikliği, Sera Gazları
Bilindiği gibi, dijital ayak izi, interneti kullanırken oluşan veri izidir. Ziyaret edilen internet sitelerini, gönderilen e-postaları ve çevrimiçi hizmetlere ulaşan bilgileri içerir. Bu etkinlikler sırasında hem aktif kullanıcının cihazları hem de verilerin alınmasına ve gönderilmesine imkân sağlayan internet kaynakları ve veri merkezleri enerji kullanır. Cihazların çalışması sırasında kullanılan enerjinin yanı sıra sunucu ve veri ambarlarının bulunduğu büyük veri merkezlerinin soğutulmasında da önemli miktarda enerji harcanır. Bu da dijital karbon ayak izinin artmasına neden olur.
Örneğin dünyanın en popüler arama motoru olan Google’da bir günde gerçekleşen 3,5 milyar arama işlemi, internetteki tüm karbon ayak izinin yaklaşık %40’ını oluşturuyor. Yine hesaplamalara göre her 10 dakikalık video izleme aktivitesi yaklaşık olarak 1g karbon emisyonuna yol açıyor. TweetFarts’a göre bir tweet göndermek için harcanan enerji ise 0,2 gram karbondioksit üretiyor ve günlük olarak gönderilen yaklaşık 500 milyon tweet ile toplam 10 metrik ton karbondioksit salımı gerçekleşiyor.
Teknolojinin sürekli ilerlemesi ve tüketici alışkanlıklarının değişmesi gibi faktörlerden dolayı dijital karbon ayak izi sürekli artıyor ve şu anda internetin toplam karbon ayak izinin, hava ulaşımının ayak izini aştığı tahmin ediliyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Karbon Ayak İzi, Sera Gazları, İklim Değişikliği
COVID-19 pandemisiyle birlikte daha çok konuşulmaya başlanan dirençlilik kavramı ilk olarak 60’ların sonu 70’lerin başında ekoloji çalışmalarında avcı/yırtıcı türlerle av popülasyonları arasındaki ilişkinin incelenmesi sırasında ortaya çıktı. Kavrama olan ilgi, ekonomik, ekolojik ve sosyal krizlerin giderek daha güçlü ve yaygın yaşanmasıyla artış gösterdi. 1999 yılında kurulan The Resilience Alliance (Dirençlilik İttifakı) isimli bilimsel araştırma ağı, kavramın daha çok yayılmasını sağladı ve konu üzerine ilk akademik konferans 2008 yılında Stockholm’de düzenlendi.
Dirençlilik kavramı temelinde insan-doğa ikilemini reddederek insanın parçası olduğu dinamik sosyoekolojik sistemlerin bütüncül olarak incelenmesi gerektiğini savunur. Ekosistemi derinden etkileyen ve sonrasında yarattığı bozulmadan etkilenen insan topluluklarının kurduğu ekonomik ve toplumsal sistemlerin de bu bozulmadan etkilendiğinden hareketle, dirençlilik 21. yüzyılda temel tartışma konularından biri haline geldi. Dirençlilik, beklenmedik döngü, kırılma ve sosyoekolojik olayların hız ve etkisinin arttığı günümüzde, insanların söz konusu ekolojik sınırlar içerisinde yaşayabilmesi için gösterilen çabaların toplamı olarak da ifade ediliyor.
Bu bağlamda dirençlilik, insanların içinde bulundukları ve parçası oldukları sosyoekolojik sistemlerde finansal krizlerden iklim değişikliğine farklı anlamlardaki şok, stres ve değişimlerle başa çıkarken girdikleri yenilenme ve yaratıcı düşünme döngüsünü gösterir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Devrilme Noktaları, İklim Değişikliği, İklim Değişikliğine Uyum
“Lanet” sözcüğünden anlaşılacağı gibi, doğal kaynakların bolluğuna rağmen söz konusu ülke ekonomisinin ve toplumsal gelişiminin gittikçe kötüye gitmesi büyük bir olasılıktır. Bu süreç, söz gelimi petrol gibi bir doğal kaynağın keşfinin ardından hükümetlerin yatırımların çoğunu bu kaynağı çıkarmaya yöneltmesiyle başlar. Ardından petrol gelirinin bir kısmı ekonominin diğer sektörlerine veya teknolojik yatırımlara aktarılmak yerine tekrar daha fazla petrol çıkarılması için ayrılır. Kalan kısmı da diğer kamu harcamalarının finansmanında kullanılır. Kamu kesimi, bollaşan gelirle birlikte giderek daha fazla harcama yapar ve kamuda verimlilik ve tasarruf azalır. Bol gelir nedeniyle ekonomik faaliyetlerin çeşitlendirilmesi veya yeni sektörlere yatırım geri planda kalır. Hükümetler sınırsız gördükleri bu geliri popülist harcamalarda kullanır; vergiler düşer, israf artar. Petrol dışında hiçbir büyük sektörü ve gelir kalemi olmayan ülke, petrol gelirlerine daha da bağımlı hâle getirir.
Benzer şekilde şirketler de enerji pastasından pay almaya yönelir. Ekonominin diğer sektörleri âtıl kalır, gelişmek için gereken motivasyon yok olur, inovasyon gelişmez. Bu süreç ülke içinde yolsuzlukların artmasına, demokrasi ve özgürlüklerden uzaklaşılmasına da vesile olabilir. Uzun vadeli eğitim yatırımları gerektiren “kaynakların adil dağıtılması” ve “demokratikleşme” gibi kavramlar topluma yerleşmez. Yöneticiler ve şirketler için siyaseten ve ekonomik olarak kârlı olduğundan, halk kısa vadede yapılan harcamalardan memnun olduğundan ve yapılan harcama ve borçlanmalar gelecekte daha fazla petrol geliri elde edilmesini zorunlu kıldığından dolayı ilk adıma (sektörün önceliklendirilmesi) geri dönülür ve bir kısır döngü oluşur. Sahip olunan doğal kaynak, ülkenin ve toplumunun gelişmesine değil, gerilemesine ve çöküşüne neden olur.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Fosil Yakıtlar, İklim Değişikliği, Antroposen
2012 yılından beri tartışılan ve Türkçe’de “Simit Ekonomisi” olarak da bilinen model, Raworth’un 2017 yılında yazdığı kitapla birlikte küresel kamuoyunda daha çok konuşulmaya başlandı.
Gezegenin sınırları dahilinde herkesin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sistem öngören bu modelde kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınma, çevresel sınırlar ve toplumsal temeller arasında yer alır. Bu iki sınır arasında, insanlığın gelişmesi için çevre açısından güvenli ve adil bir alanı temsil eden simit şeklinde bir alan bulunur. Bu alanda kalmayı başarmak için yeni iş yapış biçimlerine ihtiyaç vardır. Modele göre kötü tasarlanmış çevresel limitli ekonomik modeller, sosyal temellere zarar verirken iyi tasarlanmış politikalar ve modeller hem yoksulluğu ortadan kaldırabilir hem de çevresel sürdürülebilirliği sağlayabilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dirençlilik/Dayanıklılık, Döngüsel Ekonomi, Adil Geçiş
Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksleri (DJSI), S&P Dow Jones Endeksleri ve RobecoSAM (Sürdürülebilir Varlık Yönetimi) arasındaki stratejik ortaklık kapsamında işletilmektedir. Dünya çapında uzun süredir faal olan Endeksler hem yatırımcılar hem de şirketler için sürdürülebilirlik yatırımlarında temel referans noktalarından biridir.
2012 yılında S&P Dow Jones Endeksleri, S&P Endeksleri ile Dow Jones Endekslerinin birleşmesiyle son halini alan Endeksler, kurumsal yönetim, risk yönetimi, iş etiği, şeffaflık, markalaşma, iklim değişikliğinin azaltılması, tedarik zinciri standartları, insan hakları ve işgücü uygulamaları gibi konuları değerlendiren sürdürülebilirlik performansının analizine dayanır. Endüstri Sınıflandırma Karşılaştırmasına (ICB) göre tanımlanmış 60 endüstrinin her biri için genel ve sektöre özel sürdürülebilirlik kriterleri içerir.
Endeksle ilgili tüm bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: BIST Sürdürülebilirlik Endeksi, Antroposen, Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim
Doğrusal ekonomi yaklaşımında “doğal kaynakları çıkar, ham maddeyi işle, ürünleri üret, atıkları bertaraf et” süreci söz konusuyken, döngüsel ekonomi modelinde atıkların yeniden ve tekrar kullanılabilme fırsatları değerlendirilir.
İlk kez 1990 yılında çevre ekonomistleri D. Pearce ve R.K. Turner tarafından “Doğal Kaynakların Ekonomisi ve Çevre” kitabında ortaya atılan döngüsel ekonomi anlayışının çıkış noktası, biyomimikri olarak da tanımlanan doğanın işleyiş sistemlerinin taklit edilmesidir. Doğada su, azot ve oksijen döngülerindeki gibi, her canlının atığı diğer bir canlının besini haline gelir ve bu döngüsel bir çevrim oluşturarak atığın oluşmasını engeller. Endüstriyel üretimde ve toplumsal yaşamda bu prensiplerin benimsenmesi ve doğanın döngülerinin taklit edilmesi, atık oluşmasını engelleyecek daha verimli bir ekonominin oluşmasını sağlayabilir.
Avrupa Komisyonu tarafından Mart 2020'de kabul edilen yeni Döngüsel Ekonomi Eylem Planı (CEAP), Avrupa Yeşil Anlaşması'nın da temel yapı taşlarından birisi olarak kabul ediliyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Endüstriyel Simbiyoz, Beşikten Beşiğe, Biyomimikri
İlk olarak Birleşik Krallık orijinli bir düşünce kuruluşu olan New Economics Foundation’dan Andrew Simms’in tanımladığı ve 2006 yılında kamuoyuyla paylaştığı Dünya Limit Aşım Günü, Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) tarafından her yıl küresel bir farkındalık oluşturmak için kullanılıyor. Dünya Limit Aşım Günü, küresel biyolojik kapasite (dünyanın doğal kaynakları yenileme kapasitesi) ile küresel ekolojik ayak izinin (insan faaliyetlerinde kullanılan doğal kaynaklar) karşılaştırılması üzerinden hesaplanıyor. Biyolojik kapasitede düşüş ve ekolojik ayak izindeki artış trendleri sonucunda kaynak ve tüketim arasındaki ekolojik açık hemen her yıl artış gösteriyor.
Küresel ekolojik ayak izi, küresel biyolojik kapasiteyi ilk defa 1970’lerin başında aştı. Hesaplamalara göre Dünya Limit Aşım Günü 1971 yılında 24 Aralık ile başladı.
2019 yılında 29 Temmuz olan Dünya Limit Aşım Günü, pandemi sebebiyle duran ekonomilerin etkisi sonucu 22 Ağustos’a geriledi. Ancak pandemi sonrası yeniden artan üretim ve tüketimle birlikte 2023 yılında 2 Ağustos’a, 2024 yılında ise 1 Ağustos’a kadar ilerledi.
Mevcut gidişat sürerse, 2030 yılında Dünya Limit Aşım Günü’nün 28 Haziran olması öngörülüyor. Küresel karbon emisyonlarının %30 oranında azaltıldığı bir senaryoda ise bu tarihi 16 Eylül’e kadar ertelemek ve ekolojik ayak izini 2002-2003 dönemindeki seviyesine çekmek mümkün olabilecek.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Döngüsel Ekonomi, İklim Değişikliği, Ekolojik Ayak İzi
Nihai hedefi çevrenin, ekonominin ve toplumun sürdürülebilir kalkınmasını sağlamak olan düşük karbonlu kalkınma kavramının kökleri 1992 yılında Rio'da kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) dayanıyor. Bu sözleşme bağlamında düşük karbonlu kalkınma, genel olarak düşük emisyonlu kalkınma stratejileri terimi kullanılarak ifade ediliyor. Resmi olarak kabul edilmiş bir tanım bulunmamakla birlikte, düşük karbonlu kalkınma genellikle ileriye dönük ulusal ekonomik kalkınma planlarını veya düşük emisyonlu ve/veya iklime dirençli ekonomik büyümeyi kapsayan stratejileri ifade ediyor.
Düşük karbonlu kalkınma stratejisini uygulamaya koymaya yönelik ilk teklif Avrupa Birliği tarafından 2008 yılında ileri sürüldü. Buradaki teklifte, planlanan düşük karbon yollarına ilişkin stratejilerin, uluslararası toplumun finansman ihtiyaçları ve öncelikleri çerçevesinde düzenlenmesine ve küresel iklim değişikliği eyleminin düzeyinin ölçülmesine yardımcı olabileceğinin altı çiziliyordu.
Düşük karbonlu kalkınmaya dair son verilerin de yer aldığı Birleşmiş Milletler’in yayımladığı rapora buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sera Gazları, Ulusal Katkı Beyanı, Ayrıklaştırma
Uygun şekilde işlenmediği ve/veya geri dönüştürülmediğinde, çevre ve insan sağlığına zararlı etkiler içeren E-Atık kapsamında en yaygın örnekler bilgisayarlar, cep telefonları, çamaşır ve bulaşık makineleri, buzdolapları, elektrikli süpürge, saç kurutma makinası gibi gibi ev aletleri ile bir kısım tıbbi ekipmanlardır.
Her yıl milyonlarca ton e-atık, evlerde ve depolarda saklanmakta, diğer atıklarla karışarak atık alanlarına dökülmekte, ihraç edilmekte veya uygun olmayan koşullar altında yetkisiz kişiler tarafından çevre için zararlı teknikler kullanılarak geri dönüştürülmektedir. E-Atıklar, sistemli olarak bertaraf edilmediğinde, kurşun gibi zararlı nörotoksik maddeler de dahil olmak üzere, civa, kadmiyum, krom, fosfor, baryum, berilyum gibi 1000'e kadar farklı çevreye ve insan sağlığına zararlı kimyasal madde salabilir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, sadece 2019 yılında 53,6 milyon ton küresel E-Atık oluştu ve bunların sadece %17,4’ü düzenli olarak toplanarak geri dönüştürüldü. WHO’ya göre dünyanın en hızlı artan katı atık türü olan E-Atıklar, aslında altından gümüş ve bakıra kadar çok değerli materyal içeriyor. E-Atıklar içindeki değerli madenleri ayrıştırmayı amaçlayan Kent Madenciliği çerçevesinde atık haline gelmeden geri dönüştürüldüklerinde, önemli bir Döngüsel Ekonomi kaynağı olarak ulusal ekonomilere büyük bir ek kaynak sağlayabileceği biliniyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Atık Yönetimi, Geri Dönüşüm, Aşağı Dönüşüm
Tüketicilere ürünlerin çevresel, ekolojik, insan sağlığı ve emek sömürüsü üzerine etkisi konusunda bilgi sağlamayı amaçlayan eko-etiketlemenin ana akım çevre politikalarında bir araç olarak kullanılması 1977 yılına, dönemin Federal Almanya hükümeti tarafından başlatılan “Blue Angel” programına kadar uzanır. Çeşitli ulusal standartlar ve etiketleme programları da gönüllülük esasına dayalı uluslararası eko-etiketleme sistemlerinin öncülü olarak kabul edilir. 1992 yılındaki Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndaki sürdürülebilirlik tartışmaları ile sürdürülebilir tüketim ve üretim konusuna yapılan vurgudan sonra, eko-etiketleme çalışmaları büyük bir hız kazandı.
Küresel üretim ve ticaret kalıplarını daha sürdürülebilir ve adil kılmayı hedefleyen eko-etiketleme girişimleri, tüketicileri yanlış bilgilendiren yeşil aklamaya (greenwashing) karşı da önemli bir mücadele zemini olarak kabul edilir. Eko-etiketleme girişimlerinin önemli bir bölümü, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının üçte birinin kaynağı olan tarım, balıkçılık ve ormancılık sektörlerine odaklanır. Kağıt ve orman ürünlerini sertifikalandıran FSC (Forest Stewardship Council/ Orman Yönetim Konseyi), deniz ürünlerine etiket veren MSC (Marine Stewardship Council/ Deniz Koruma Konseyi), fındık, çay ve kahve gibi orman ürünlerini sertifikalandıran Rainforest Alliance (Yağmur Ormanı İttifakı) ve gelişmekte olan ülkelerdeki üreticilere ve çalışanlara daha adil ticaret koşulları sağlamayı hedefleyen Fair Trade International (Uluslararası Adil Ticaret), en bilinen eko-etiketleme organizasyonlarına örnektir. Eko-etiketleme günümüzde turizmden ulaşıma, ambalajdan tekstile kadar birçok sektöre yayılmıştır.
Konu hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Yeşil Aklama, Çevre Dostu
Ekofeminizm toplumsal eşitlik konusunda kadınların toplum ve içinde yer aldığı doğal çevreyle ilişkisini yeniden tanımlama konusunda yol gösterici bir kavram olarak doğdu. Ekofeminizm doğanın, kadın emeği ve bedeninin sömürülmesini eşzamanlı ve birbiriyle ilişkili süreçler olarak ele alır.
François D’Eubonne, Ynestra King ve Vandana Shiva gibi kuramcılar tarafından ortaya atılan ekofeminizm, kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar kurar ve doğa ve kadınlar üzerindeki baskıya karşı ortak bir mücadelenin gerektiğini öne sürer.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Yeşil Aklama, Ekokırım
“İklim değişikliği ızdırabı”, “eko-travma”, “eko-kaygı” ve “ekolojik yas” terimleri ile de ilişkilendirilen bu duygu durumu, günümüzde, tedavi edilebilir bir ruhsal bozukluk olarak kabul görmüyor ancak Amerikan Psikoloji Birliği (American Psychological Association, APA) tarafından, “iklim değişikliği etkilerinin geri döndürülemez olmasının gözlemlenmesinden kaynaklanan kronik çevre felaketi korkusu ve sonraki nesillerin geleceğinden buna bağlı duyulan endişe” olarak bilimsel bir tanımlamaya sahip.
Eko-anksiyete, kişinin ekolojik bir felakete tanık olmasıyla veya tanık olmasa dahi gerçekleşebileceği endişesiyle ortaya çıkıyor. Endişe durumu kronik hale geldiğinde, kişinin umutsuz hissetmesine, öfkeli olmasına veya sorumlu gördüğü insanları suçlamasına sebebiyet verebiliyor ve genel bir kaygı bozukluğu haline gelebiliyor.
Bazı uzmanlar iklim değişikliğine karşı duyulan bu endişenin, bunu yaşayan kişilerin doğaya sahip çıkmak ve ona zarar veren faktörlerle mücadele edebilmek için harekete geçmelerini sağlayabileceğini düşünüyor ve bu yüzden klinik bir vaka gibi ele alınmaması gerektiğini savunuyor. Bu noktadan hareketle bazı uzmanlar, eko-kaygıyı dolaylı olarak “geleceğe dair bir umut” olarak görüyor. Ancak diğer bir görüşe göre, tüm kaygı bozuklukları gibi bu durum, insanları harekete geçmekten çok, pasif ve karamsar bir hareketsizlik durumuna da sürükleyebilir. Uzmanlar asıl çözümün, kaygının gerçekliğini reddetmeden, diğer kaygılı ve/veya aktif insanlarla bir araya gelerek bu konuda küçük de olsa harekete geçmekte ve bir şeyler yapmakta olduğunu dile getiriyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Ekolojik Zekâ, Ekolojik Vatandaşlık, Dünya Limit Aşım Günü
Eski Yunanca’da “ev, yakın çevre” anlamına gelen; ancak modern dönemde habitat ve/veya doğal yaşam alanları olarak kullanılan eko (oikos) kelimesi ile Latince “caedere” (katletmek) fiilinden gelen “cide” kelimesinden oluşan ecocide Türkçe’ye ekokırım olarak çevrilmiştir.
Avukat Polly Higgins ve Jojo Mehta tarafından 2017 yılında kurulan Ekokırımı Durdurun Organizasyonu (Stop Ecocide International) tarafından önerilen bu tanım 2021 yılında 12 avukat tarafından oluşturuldu. 2023 yılında Avrupa Parlamentosu, ekokırımın Avrupa Birliği hukuk müktesebatına dahil edilmesini önerdi.
Avrupa Birliği, 2024 yılının şubat ayında, “ekokırım benzeri eylemleri” uluslararası suçlar kapsamına aldı ve bu konuda bağlayıcı adım atan ilk uluslararası yapı oldu. Kararla birlikte habitat kaybı ve yasadışı orman kesimleri de dahil olmak üzere ekosistem tahribatı gerçekleştiren kişiler, AB’nin güncellenmiş çevre suçları direktifi kapsamında hapse atılmak da dahil olmak üzere ağır cezalara çarptırılacak.
Direktif doğrudan ekokırım kelimesini içermese de gerekçesinde “Ekokırım ile kıyaslanabilir durumlar” ifadesine yer veriliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde ekokırımın beşinci uluslararası suç haline getirilmesini savunanlar, güncellenmiş direktifin ekokırımı etkili bir şekilde suç kapsamına aldığını ifade ediyor.
Bu konuda daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Antroposen, Biyoçeşitlilik, Aşırı Hasat
Bu metodoloji kapsamında, doğa üzerinde insan faaliyetleri sonucunda oluşan etki ile doğal kaynakların kendini yenileme kapasitesi arasındaki dengeye bakılır. Ekolojik ayak izi hesaplamalarında doğal kaynaklar “biyolojik kapasite”; doğa üzerindeki baskı ise “ekolojik ayak izi” kavramlarıyla açıklanır. Biyolojik kapasite, bir coğrafi bölgenin yenilenebilir doğal kaynak kapasitesini gösterir. Bir yerin biyolojik kapasitesini belirleyen etmenler temelde ikiye ayrılır: Alanın sınırları içerisindeki tarım arazisi, otlak, balıkçılık sahası ve orman alanlarının yüzölçümü ve söz konusu toprağın ya da suyun ne kadar üretken ve sağlıklı olduğu.
Biyolojik kapasite alan cinsinden hesaplanarak “küresel hektar” (kha) birimi ile ifade edilir. Küresel hektar ise, dünyanın ortalama verimliliği üzerinden bir hektar arazinin üretim kapasitesini temsil eder. Ekolojik ayak izi ise, mevcut teknoloji ve kaynak yönetimiyle bir bireyin, topluluğun ya da faaliyetin tükettiği kaynakları üretmek ve yarattığı atığı bertaraf etmek için gereken biyolojik olarak verimli toprak ve su alanını ifade eder.
Tarım arazisi ayak izi, orman ayak izi, otlak ayak izi, yapılaşmış alan ayak izi ve balıkçılık sahası ayak izi, ekolojik ayak izinin bileşenleri olarak tanımlanır. Küresel ekolojik ayak izinin en hızlı büyüyen bileşeni olan karbon ayak izi, toplam ekolojik ayak izinin %60’ından fazlasını oluşturuyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dünya Limit Aşım Günü, Sera Gazları, Karbon Ayak İzi
İklim adaleti başlığı altında gündeme gelen ekolojik borç yaklaşımına göre, düşük gelirli ülkeler ve toplumlar, küresel müşterekler üzerindeki kendi paylarının çok az bir kısmını kullanırken gelişmiş ülkeler 1850’lerden bu yana sınırsız bir büyüme ve oldukça düşük bir maliyetle çevreyi kirleterek ekonomilerini ve endüstriyel üstünlüklerini inşa etme fırsatı buldular.
Ekolojik borç kavramını öne sürenler, bu adaletsizliğe odaklanarak müştereklerin aşırı kullanımından ve sömürüsünden sorumlu olan tarafların, doğal kaynaklar üzerinde baskı kurdukları düşük gelirli ülkelere ekolojik bir borçları olduğunu savunuyor. 1990’ların başında gündeme gelen ekolojik borç kavramı, çevresel farkındalık, Batı’nın sömürgeci geçmişinden doğan sorumlulukları ve üçüncü dünya borç krizlerine ilişkin yaygın adaletsizlik algısı üzerine çalışan toplumsal hareketlerin tartışmaları içinde ortayla çıktı.
Ekolojik borç kavramı, bir ülkenin diğer ülkelere olan ekolojik borcunu (kamu borcu) gösterebileceği gibi, kuşaklar arası adalet bağlamında gelecek nesillere olan borcu (nesiller arası borç) ya da şirketlerin toplumlara olan borçlarını (özel borç) hesaplamak için de kullanılabiliyor. Kavram söz konusu adaletsizliğin, ahlaki bir borçtan niceliksel ve hesaplanabilir bir veriye dönüştürülmesini mümkün kılmasıyla önem kazanıyor, çünkü adaletsizliğin maddi tazmini için bir temel oluşturuyor. Kavramı bir çevre adaleti mücadelesinin içine yerleştirenler bu maddi tazminat ödemelerinin, sürdürülebilirliğin sağlanması, çevresel adaletsizliğin ortadan kaldırılması ve özellikle de iklim uyumu için önemli fırsatlar sunduğunu dile getiriyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Adaleti, İklim Değişikliği, Ekokırım
Andrew Dobson tarafından 2006 yılında ortaya atılan ekolojik vatandaşlık kavramsallaştırması, çevre politikası literatüründe yurttaş-devlet ilişkisine vurgu yaparak bu ikisi arasındaki sosyal sözleşmeyi ekolojik açıdan yeniden tanımlamaya çalışır. Ekolojik vatandaşlık, Dobson’ın sözleriyle, “ekonomik önlemlerle gerçekleştirilebilecek olanlardan çok daha derinde yer alan, tavır ve davranışlarda bilinçli bir değişime” işaret eder.
Devlet-yurttaş ilişkisini yeniden tanımlamayı amaçlayan kavram çerçevesinde, yurttaşın görev ve ödevleri devletle mütekabiliyet ilkesini veya karşılıklı çıkar gözetmeyi gerektirmez. Ekolojik vatandaşlık yaklaşımında gelecek nesillere ve insan-dışı canlılara dönük olarak da bir bireyin görev ve yükümlülükleri vardır. Mekansal ve zamansal olarak sorumlulukları şimdiki zaman ve yurttaşı olduğu ülkenin ötesine geçer. Örneğin faaliyetleri sonucu olarak ortaya çıkan sera gazları nedeniyle dünyanın başka yerlerinde ve ileride gerçekleşebilecek iklim değişikliği etkilerinden sorumludur.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Ekokırım, Ekolojik Zekâ, Ekolojik Ayak İzi
Uzun bir süre sadece kağıt-kalem testleri ile ölçmeye çalışılan zekâ anlayışı (IQ, intelligence quotient), Howard Gardner’ın 1983 yılında yazdığı “Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences” (Zihnin Çerçeveleri: Çoklu Zekâ Kuramı) isimli kitapla derinden sarsılmıştır. Sonrasında Gardner ilk etapta saptadığı yedi zekâ türüne sekizinci bir alan olarak “doğa-doğacı zekâ”yı ortaya atmıştır.
Ian McCallum’ın çalışmasından bir yıl sonra ise ABD’li psikolog ve yazar Daniel Goleman, 2009’da yayınladığı “Ecological Intelligence: How Knowing the Hidden Impacts of What We Buy Can Change Everything” (Ekolojik Zekâ: Satın Aldıklarımızın Saklı Etkilerini Bilmek Her Şeyi Nasıl Değiştirebilir) başlıklı kitap ile konuyu çok daha sistematik ve popüler hale getirmiştir.
Söz konusu çalışmalara göre, ekolojik zekâya sahip olmak, küresel anlamda gerçekleşen her türlü ekolojik problem ve olaya reaksiyon gösterebilmek anlamına gelmektedir. Doğa-doğacı zekada olduğu gibi insanın yalnızca doğaya ilgi duyması, hayvanları beslemesi yeterli değildir. Küresel anlamda dünyanın herhangi bir ucunda meydana gelen ve dünyayı doğrudan ve/veya dolaylı olarak etkileyebilecek olan her türlü duruma karşı hassas ve duyarlı olmak ve bu olumsuzluklara karşı reaktif olmak ekolojik zekanın göstergesi olarak kabul edilir.
Goleman, ekolojik zekaya sahip bireylerin ekolojiye zararlı olan ürünleri saptayabileceğini ve bu ürünleri satın almama yoluna gidebileceğini de vurgulamıştır. Zira, satın almamak pek çok şeyi değiştirebilir ve üreticileri daha sağlıklı ve ekoloji dostu ürünler üretmeye yönlendirebilir. Goleman ekolojik zekânın yol haritasını en basit olarak şu şekilde dile getirir:
- Çevresel etkinin farkına var.
- Bu konuda ilerlemeler kaydet.
- Öğrendiklerini başka insanlarla paylaş.
Küresel iklim krizi ile konu daha geniş çevreler tarafından ele alınmaya başlarken, ekolojik zekâ, Time dergisi tarafından dünyayı değiştirecek 10 fikirden biri olarak gösterilmiştir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Ekolojik Vatandaşlık, Dünya Limit Aşım Günü, Ekolojik Borç
Kavram, 1970’li yılların sonlarında, biyolojik çeşitlilik ve ekosistem kayıplarının insan sağlığı ve refahını nasıl doğrudan etkilediğini göstermek ve böylece doğayı koruma konusundaki uluslararası kamuoyunu harekete geçirmek için doğa bilimciler tarafından geliştirildi.
Ekosistem hizmetleri doğal varlıkları (toprak, bitkiler ve hayvanlar, hava ve su) değer verdiğimiz şeylere dönüştürür. Örneğin mantarlar, solucanlar ve bakteriler diğer canlıların ölü bedenlerini bereketli toprağa dönüştürür ya da bitkiler, atmosferdeki karbondioksiti emer ve yerine insan hayatının sürdürülebilmesi için elzem olan gerekli oksijeni atmosfere salar.
En genelde Ekosistem hizmetleri dört farklı kategoride toparlanabilir:
- Düzenleme İşlevleri: Doğal ve yarı doğal ekosistemlerin, biyolojik, jeolojik ya da kimyasal döngüler ve süreçler yoluyla gerekli yaşam destek sistemlerini düzenleme kapasitesi. Ekosistem (ve biyosfer) sağlığının korunmasına ek olarak bu düzenleme işlevleri, insanlara doğrudan ve dolaylı olarak temiz hava, su ve toprak, biyolojik kontrol hizmetleri gibi birçok fayda sağlar.
- Habitat İşlevleri: Doğal ekosistemler, yabani bitki ve hayvanlara sığınma ve üreme alanları sağlar; böylece biyolojik ve genetik çeşitliliğin ve evrimsel süreçlerin korunmasına katkıda bulunur.
- Üretim İşlevleri: Bitkiler fotosentez veya inorganik kimyasal reaksiyonlar yoluyla, gıda ve ham maddeden enerji kaynaklarına ve genetik malzemelere kadar insan tüketiminde kullanılan birçok ekosistem ürünü sağlar.
- Bilgi İşlevleri: Doğal ekosistemler, genetik zenginliğe katkı sağlamalarının yanı sıra, bilişsel gelişim, rekreasyon ve estetik deneyim fırsatları sağlayarak insan sağlığına katkıda bulunurlar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Ekolojik Ayak İzi, Biyoçeşitlilik, Döngüsel Ekonomi
Güney Amerika'nın batı kıyılarında Noel zamanında etkili olduğundan küçük oğlan çocuğu, El Nino’nun olmadığı dönemlere ise “La Nina” yani küçük kız çocuğu ismi verilir. Bu dönemler görece daha serin geçer. El Nino, tropikal Pasifik'teki rüzgar, deniz yüzeyi sıcaklığı ve yağış düzenleri üzerinde büyük bir etkiye sahiptir ve küresel bağlantılar yoluyla Pasifik bölgesi boyunca ve dünyanın birçok farklı noktasında iklimsel etkileri bulunur.
3 ila 5 yıllık zaman aralıklarında gerçekleşen El Nino, kuvvetli meteorolojik olaylara neden olur. Yalnızca Amerika kıyılarını değil, dünyanın neredeyse her bölgesindeki iklim olaylarını (yoğun kar yağışı, kasırga, sel, heyelan veya kuraklığı artırarak) ciddi biçimde etkiler.
Meteorolojik veriler, El Nino’nun artık geçmişe kıyasla daha güçlü yaşandığını ve daha yüksek sıcaklıklar ve ona bağlı olarak daha güçlü fırtınalar getirdiğini ortaya koyuyor. Bunun ana sebebinin ise küresel ısınma sonucu okyanus sıcaklıklarının daha fazla yükselmesi olduğu düşünülüyor.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliğine Uyum, Dirençlilik/Dayanıklılık, 1,5 Derece Küresel Isınma Özel Raporu
Amerikalı biyolog Eugene Pleasants Odum tarafından 1988 yılında ortaya atılmıştır. Bu bakış açısında, bir kaynağın “değeri”, kaynak döngüsünün optimizasyonunu sağlayan evrimsel bir “deneme-yanılma” süreci içinde kaynağın doğa tarafından üretimi ve toplum tarafından işlenmesine bağlı olarak ele alınır.
Anaakım ekonomi teorileri “değer” kavramına parasal terimlerle yaklaşırken, emerji temelli değer kavramı, doğa tarafından sürdürülebilir üretim ve madde döngüsü için sunulan birincil kaynakların (güneş enerjisi, rüzgar, jeotermal ısı vb.) miktarıyla ilgilidir. Emerji hesaplaması yöntemi, herhangi bir mal veya hizmetin üretiminde kullanılan piyasa içi ve dışı kaynakların, hizmetlerin, malların ve kaynak havuzlarının üretilmesi için gereken kümülatif güneş enerjisinin çevresel değerini belirleyen nicel bir değerleme tekniği olarak kabul edilir.
Çevresel kısıtlar ve genel sistem ilkeleri her çeşit sistemin büyüme, doruk noktasına ulaşma, azalma ve restorasyon döngülerinden geçmesini zorunlu kılar. Odum, sürdürülebilirliği, sonsuza dek sürdürülebilecek bir durağan duruma ulaşmaktan ziyade kaynak salımlarına uyum sağlama kapasitesi olarak ele alır. Odum’un belirttiği gibi, daha uzun toplumsal döngülerin farkında olmak zor ancak ekosistemlerin daha kısa döngülerini kolayca tespit edebiliriz. Emerji yaklaşımı sayesinde de bu uyumu daha kolay sağlayabiliriz.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Kuznets Eğrisi, Devrilme Noktaları, Ekosistem Hizmetleri
İlk kez 1989 yılında Robert Frosch and Nicholas E. Gallopoulos’un “Scientific American” dergisinde yayınladıkları bir makalede kullanılan endüstriyel ekoloji terimi, endüstriyel sistemlerin doğrusal değil, aynı doğa gibi döngüsel çalışabileceğini ve bunun çevresel sorunlarımıza çözüm getirebileceğini öngörüyor.
Giderek daha fazla bilimsel çalışmaya konu olan endüstriyel ekolojinin temel ilkelerinden biri, toplumsal ve teknolojik sistemlerin biyosferin dışında değil içinde ve birbirine bağlı olarak gerçekleştiğinin vurgulanmasıdır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Geri Dönüşüm, İleri Dönüşüm, Aşağı Dönüşüm
Endüstriyel ekoloji kavramının işletmeler arası düzeydeki boyutu olan endüstriyel simbiyoz, işletmeler arası etkileşimleri kapsar. Endüstriyel simbiyoz kavramı; doğada görülen, birbiriyle benzer olmayan türlerin ortak bir fayda oluşturmaya yönelik enerji ve madde alışverişini içeren “simbiyotik ilişki” kavramından türetilmiştir. İşletmeler faaliyetlerini sürdürebilmek için doğal çevredeki kaynaklara bağımlıdır. Endüstriyel simbiyoz çalışmalarının merkezinde bir tesisin ürettiği atığın geri kazanımı ve diğer tesislerde kaynak olarak kullanımı yer alır. İdeal bir endüstriyel simbiyoz uygulamasında da atıklar ve enerji, sistemdeki diğer aktörler tarafından kullanılır; böylece sistemin toplam ham madde ve enerji kullanımı ile atık ve emisyon üretimi azalır.
Doğal ekosistemlerdeki verimliliğin endüstriyel sistemlere de uygulanması amacıyla geliştirilen endüstriyel simbiyoz, endüstriyel işletmelerin karşılıklı fayda sağlayacakları ortaklıklar kurması olarak da tanımlanabilir. Bu ortak kullanım, atıklar başta olmak üzere diğer kaynakları da (enerji, lojistik, insan gücü, yatırım, su vb.) kapsayabilir.
Endüstriyel simbiyoz yaklaşımı; ekonomik kalkınma, yeşil büyüme ve kaynak verimliliği çabaları için stratejik bir politika aracı olarak kabul edilir. Avrupa Birliği mevzuatı altında, endüstriyel simbiyozun potansiyel yararları Sürdürülebilir Tüketim ve Üretim Direktifi (Directive, 2009/125/EC) altında tanımlanmıştır.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sistem Düşüncesi, İklim Krizi, Karbon Ayak İzi
ECT kapsamında alınan kararlar ulusal ve uluslararası yasalarca düzenlenmiş hukuk sistemlerini takip eden ulusal veya uluslararası mahkemeler tarafından değil, tahkim heyetleri tarafından veriliyor. ECT yatırımcılara Yatırımcı-Devlet Uyuşmazlık Çözümü mekanizması (YDUÇ) adı da verilen özel tahkim sürecine erişim olanağı sağlıyor. Bu mekanizma sayesinde ECT kapsamındaki davalar mahkemeler tarafından değil, üç arabulucu avukattan oluşan özel uzlaştırma heyetleri tarafından görülüyor.
ECT’nin gündemde olmasının temel sebebi, içinde bulunduğu reform süreci. ECT mevcut hali ile devletlere ve yurttaşlara getirdiği ciddi ekonomik yükün yanı sıra büyük bir tehdit haline gelen iklim krizine karşı alınması gereken önlemleri yavaşlatma potansiyeli de taşıyor. Bu nedenle, Avrupa’nın, eski Sovyet ülkelerinde enerji şirketlerinin yatırımlarını korumak amacıyla tasarlanan ve dünya çapında 53 ülke tarafından onaylanan Enerji Şartı Anlaşması bugün, fosil yakıt santrallarını kapatmayı gerektiren adımlara karşı çıkmak adına kullanılması gerekçesiyle ciddi eleştirilerle karşı karşıya.
2023 Temmuz ayında Danimarka, Fransa, Almanya, Lüksemburg, Polonya, İspanya ve Hollanda gibi üye ülkelerin çoğunun iklim değişikliği endişelerini gerekçe göstererek anlaşmadan çıkmayı planladıklarını duyurmasının ardından, AB’nin koordineli bir şekilde anlaşmadan çıkması gündeme geldi. 2024 yılının mart ayında ise Avrupa Birliği üyelerinin, iklim değişikliğiyle mücadele çabalarını baltalayacağı endişesi nedeniyle Enerji Şartı Anlaşması’ndan ortaklaşa çekilme konusunda anlaştıkları açıklandı.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sera Gazları, Enerji Yoğunluğu, İklim Değişikliği
Enerji verimliliği, enerji faturalarını düşürürken ve enerji güvenliğini güçlendirirken en hızlı ve en uygun maliyetli karbon azaltım seçeneklerinden bazılarını sağladığından temiz enerji geçiş çalışmalarında “ilk yakıt” olarak adlandırılır. Verimlilik, elektrifikasyon, davranış değişikliği ve dijitalleşme birlikte küresel enerji yoğunluğunu, yani ekonominin enerji verimliliğinin temel ölçüsü olan bir birim Gayri Safı Yurt İçi Hasıla (GSYİH) üretmek için gereken enerji miktarını şekillendirir.
Enerji verimliliği, küresel ısınmada 1-1,5 derece güvenli sınırında kalmak için gerekli olan 2050 Net Sıfır Emisyon hedeflerine ulaşılabilmesi için önemli bir araç olan talep edilen enerji miktarının azaltılmasına yönelik en büyük çözüm olarak kabul edilir.
Teknolojik gelişmeler ve inovasyon yoluyla enerji verimliliğinin artırılması, iklim değişikliği mücadelesi ve sera gazı emisyonlarının azaltımı için kritik önemdedir. 2023 yılında Dubai’de düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda (COP28) alınan en önemli kararlardan biri bu nedenle, küresel enerji verimliliğinin 2030 yılına kadar her yıl iki kat artırılmasıdır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Enerji Yoğunluğu, İklim Değişikliği, Taraflar Konferansı
Yüksek enerji yoğunluğu, enerjiyi GSMH'ya dönüştürmenin yüksek fiyatını veya maliyetini gösterir. Dolayısıyla kullanılan enerjiden ne kadar fazla çıktı alabildiğinizin işaretidir. Enerji yoğunluğunu artıran temel unsurlar, sanayi ve konutlardaki verimsiz enerji kullanımıdır. Enerji verimliliği arttıkça ülkelerin enerji yoğunluğu oranları da düşer.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Enerji Verimliliği, Emerji, Sera Gazları
İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler yaşlanır ve ölür, eşyalar eskir, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar. Düzensizlik arttıkça bir işe dönüşebilecek enerji miktarı azalır ve bir işe dönüşemeyecek enerji miktarı, yani entropi artar. Bir sistemin entropisinin artmaması ancak tamamen kapalı ve izole olması halinde olabilir. Açık sistemlerde ise entropinin artması kaçınılmazdır.
Entropi yasasına göre, enerjiye dayalı her dönüşümde, iş yapma kapasitesinin bir bölümü kaybedilir ve dışarıdan enerji aktarılmadığı sürece bir süre sonra sistemin çalışması mümkün değildir. Entropi kavramı, doğal kaynakların çıkarılması, enerji kullanımı, atıkların üretimi ve geri dönüşüm gibi ekonomi-çevre etkileşimlerinin yanı sıra sosyal bilimlerde de kullanılır.
Entropi yasası sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için sistemin doğrusal değil, döngüsel olarak tasarlanması gerektiğini gösterir. Ekonomik sistemler, düşük entropi maddelerini yüksek entropi maddelerine dönüştürme üzerine kurulursa bir süre sonra sürdürülebilirliğini kaybeder. Gezegenler gibi kapalı sistemlerin sürdürülebilirliği ancak dışardan enerji aktarımıyla mümkündür. Örneğin, ekonomik sistemin güneş enerjisi gibi dışsal ve sonsuz bir kaynaktan gelen enerjiye dayalı, kendi kendini yenileyebilen ve döngüsel bir şekilde kurulması durumunda sistemin ömrü çok daha uzun hale gelir. Benzer şekilde enerji verimliliği de entropiyi sınırlamak için önemlidir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Enerji Verimliliği, Emerji, Enerji Yoğunluğu
Bu modelde şirketler, varlıklarını kiralamak isteyen tedarikçileri bu varlıkları geçici olarak kullanmak isteyen tüketicilerle buluşturacak teknolojik platformlar geliştirirler ve tam zamanlı daimi çalışanlar yerine büyük ölçüde bağımsız yükleniciler ve serbest çalışanlar tarafından oluşturulan geçici ve yarı zamanlı pozisyonlara dayanan bir iş gücüne dayanırlar. Bu modelin en bilinen örnekleri AirBnb, ZipCar ve Uber’dir.
Erişim ekonomisi, mal ya da hizmetin mülkiyet ayrıcalığını ortadan kaldıracak kadar ucuz, tatmin edici, kullanışlı ve güvenilir hale gelmesiyle tüketicilerin mal ya da hizmetlere erişimini kolaylaştırır. Bu sayede satın almak yerine kiralamak daha tercih edilir hale gelir. Bu da daha az satış ve dolayısıyla üretim aracılığıyla daha verimli kullanım anlamına gelir. Bu sayede kaynak verimliliği sağladığı düşünülen erişim ekonomisine en büyük eleştiri ise yarattığı esnek iş gücü üzerinden gelir. Geleneksel endüstrilerde çalışanlar sendikalaşma, sağlık hizmeti sağlanması, asgari ücret, sözleşme feshi ve çalışma saatleri konusundaki işçi haklarından faydalanırken erişim ekonomisinde yer alan çalışanlar, serbest çalışanlar veya tedarikçiler olarak kabul edildiğinden temel iş güvencelerinden çoğunlukla yoksundur.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Paylaşım Ekonomisi, Türetim Ekonomisi, Döngüsel Ekonomi
İnsanlık tarihi boyunca bireylerin yaşadıkları toplum içinde eşit haklara sahip olduğunu savunan görüş ve hareketler olmasına karşın eşitlik, özellikle Avrupa’da yaşanan reform ve rönesans dönemleriyle birlikte daha güçlü bir kavramsal çerçeveye kavuştu.
Eşitlik, yasalar önünde eşit haklar (güvenlik, oy kullanma hakkı, konuşma ve toplanma özürlüğü, mülkiyet hakkı gibi) ve toplumsal mal ve hizmetlere eşit seviyede erişmeyi kapsar. Zaman içinde ekonomik eşitlik kavramlarını da yani eğitim, sağlık ve diğer toplumsal haklara eşit erişim hakkını da kapsar hale geldi.
Tarihsel olarak bakıldığında mutlak bir rejime karşı insanların haklarını tanıyan ilk yasal belgenin İngiltere’de 1215 yılında imzalanan Magna Carta olduğu söylenebilir. 1776'da Amerikan Devrimi'nin başlangıcında Thomas Jefferson tarafından yazılan ABD Bağımsızlık Bildirgesi'nde yer alan "Bütün insanlar eşit yaratılmıştır." ifadesi de eşitlik kavramının ilk kez yasal bir metinde ifade edilmesi olarak yorumlanır. Yine 1789 Fransız Devrimi'nin ardından yayımlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ilk maddesinde yer alan “İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir.” ifadesi, eşitlik kavramanın gelişiminde önemli bir rol oynar. Coğrafyamızda ise "Eşitlik" kelimesi Anadolu'da bir hukuk metninde ilk kez Osmanlı İmparatorluğu döneminde 3 Kasım 1839 tarihinde yayınlanan Tanzimat Fermanı'nda (Gülhane Fermanı) açıkça geçmiştir.
Eşitlik kavramına evrensel bir nitelik kazandıran yasal metin ise Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırlanan ve 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nda kabul edilen 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’dir. Bildiride “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” ifadesiyle insanların toplumsal eşitliği uluslararası düzeyde tanındı.
İnsanların eşit haklarla ve özgür olarak doğduğunun Birleşmiş Milletler bildirgesiyle kabul edilmesine karşın, bunun fırsat eşitliği ve ekonomik eşitlik açısından evrensel düzeyde geçerli olmadığına yönelik eleştiriler sürüyor. Birleşmiş Milletler raporları da ekonomik durum, toplumsal cinsiyet eşitliği ve cinsel tercihler konusunda eşitliğin hala sağlanmadığını ortaya koyuyor.
2015 yılında ilan edilen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları da toplumsal ve çevresel konularda eşitlik ilkesinin hala tam olarak uygulanamadığına, dünyanın çeşitli bölgelerindeki eşitsizlik ve ayrımcılığa karşı izlenecek politikalara vurgu yapıyor. Çevresel ve toplumsal sorunlara karşı mücadelede önemli bir rol oynayan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin (United Nations Global Compact) 10 temel ilkesinin İnsan Hakları ve Çalışma Standartları başlıkları altındaki 6 ilkesi de iş dünyasında yaşanan eşitlik sorunlarına doğrudan vurgu yapıyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sosyal Uyum, Çeşitlilik, Kapsayıcılık
Kökeni, “karakter” ve “kişisel eğilim” anlamlarına gelen Antik Yunanca “êthos” kelimesine dayanan ve gündelik hayatta insanların doğru ve iyiyi seçmesini sağlayan bir kavram olan etik, aynı zamanda siyasi, kültürel ve toplumsal alanlarda yapılan çalışmaların tutarlı ve ahlaki olup olmadığını ifade etmek için de kullanılır.
20. yüzyılın sonlarına doğru iş yaşamındaki rüşvet ve yolsuzluk, kayırmacılık, dolandırıcılık gibi olumsuz eylemlerin artışı, etik konusunun iş hayatında daha fazla gündeme gelmesine yol açtı ve çeşitli kurumlar ile iş organizasyonları kendilerine özgü etik kodlar, ilkeler veya kurallar adıyla rehberler oluşturmaya başladı.
Etik kurallar, iş hayatındaki profesyonellerin dürüstlüğüne ve dürüstlükle iş yapmalarına rehberlik etmeyi amaçlayan bir dizi prensiptir. Bir etik kurallar rehberi, iş etiği, mesleki uygulamalar ve çalışanların davranışları gibi alanları da kapsar. Kuruluşun misyonunu ve değerlerini ana hatlarıyla çizerken, herhangi bir ihlal durumunda çözüme yönelik adımlar konusunda rehberlik eder. Kurumsal Etik Kuralları eşitlik, güvenilirlik, saygı, sorumluluk, adalet, özen ve yurttaşlık gibi evrensel ahlaki standartların iş faaliyetlerinde uygulanması için temel yol göstericidir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Çeşitlilik, Kapsayıcılık, Eşitlik
Etki ölçümleme genellikle ne kadar büyüklükte bir sosyal değişimin meydana geldiğini ve bu değişimin bir kuruluş tarafından üstlenilen faaliyetlere ne denli atfedilebileceğini anlamaya yönelik bir süreç olarak ele alınır. Her kuruluşun sağladığı değişimin öyküsünü anlatabilmesi için sosyal etkisini ölçmesi oldukça önemlidir, çünkü kuruluş destekçileri, paydaşları ve fon sağlayıcıları bahsi geçen etkileri bilmek ister. Ayrıca etki ölçümleme sonucunda elde edilen bilgiler ile kuruluşlar kaynaklarını kullanmakta ve faaliyetlerini yaymak istedikleri alanları belirlemekte ve konumlandırmakta daha başarılı olabilirler.
Etki ölçümlemeye dair daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sosyal Finansman, Etki Yatırımı, Sosyal Etki
Etki yatırımı, sadece sosyal ve çevresel kriterleri karşılayan şirketlere yatırım yapmayı içermekle kalmaz, aynı zamanda bu kriterleri karşılamayan şirketlerden kaçınmaya kadar geniş bir yaklaşımı içerir. Etki yatırımları sosyal ve çevresel olarak sınıflandırılabilir. Etki yatırımı yapmak, finansal getirilerden ödün vermek anlamına gelmez, aksine, bu tür yatırımlar hem finansal kazanç sağlama potansiyeline sahip olabilir hem de kurumun uzun vadeli sürdürülebilirliğine katkıda bulunur. Yatırımcıların yalnızca kâr elde etmelerini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda sosyal ve çevresel sorumluluklarını yerine getirerek pozitif bir etki yaratmalarına da olanak tanır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sosyal Finansman, Sosyal Girişim, Etki Ölçümleme
18. yüzyılda, Aydınlanma Çağı’nda insanı merkeze alan düşüncenin gelişmesiyle şekillenen filantropi, bireysel özgürlük ile sosyal sorumluluk kavramlarıyla bağlantılı halde bir gelişim sergilemiştir.
Bireylerin doğrudan hayır kurumlarına veya kar amacı gütmeyen girişimlere zaman veya emek harcamasına bireysel filantropi denir. Kurumsal filantropi ise şirketlerin sosyal sorumluluk programları üzerinden bağış yapması veya gönüllü faaliyetler yürütmesidir. Ayrıca vakıf ve hayır kurumları da filantropi bağlamında girişimler yürütür.
Hayırseverlik ile filantropi de kimi zaman birbirinin yerine kullanılan benzer kavramlar olmakla birlikte, hayırseverlik daha spontane, kısa vadeli bir etkiye sahipken Fflantropi, daha stratejik ve uzun vadeli etkiye odaklanır.
İnsanlık sevgisi olarak özetlenen filantropinin toplumsal gelişme üzerinde önemli etkileri bulunur. Yoksulluğun azaltılması, eğitime erişimin sağlanması, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi ve çevrenin korunması gibi değişik alanlarda etki yaratabilir. Bu bakımdan ticari girişimlerin faaliyet sahalarını kurumsal filantropiyi göz önünde bulundurarak belirlemesi önemlidir. Ekolojik sorunların bütün insanlık adına ortadan kaldırılması ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından belirlenen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA) doğrultusunda uluslararası düzeyde huzur ve istikrarın sağlanması, bu kavram çerçevesinde gönüllü ve kurumsal katılımla mümkün görünür.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Etki, Sosyal Etki, Yatırımın Sosyal Getirisi
Kömür, petrol ve doğalgaz, en yaygın bilinen fosil yakıt kaynakları olarak kabul edilir. Hayvan ve bitki kalıntılarının çözülmesiyle oluşmamış ancak hidrokarbon içeren katranlı kum gibi mineral yakıtlara da genel kullanımda fosil yakıt tanımı içerisinde yer verilir. Fosil yakıtlar arasında en yüksek karbon oranına sahip olan kaynak ise kömürdür.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından hazırlanan raporlar, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının yaklaşık %75’inin fosil yakıtlardan kaynaklandığını ortaya koyuyor. Sera gazı emisyonlarının düşürülmesi için enerji sisteminde köklü bir dönüşüm gerektiğinin altını çizen IPCC’ye göre sıcaklıklardaki ortalama artışı 1,5 dereceyle sınırlandırmak için fosil yakıtların kullanımından hızla uzaklaşmak ve 2050 yılında küresel ölçekte karbon nötr hale gelmek gerekiyor.
Bilimsel çalışmalar, 2 derece hedefinin aşılmaması için bilinen petrol rezervlerinin üçte biri, bilinen doğalgaz rezervlerinin yarısı ve bilinen kömür rezervlerinin %80’inin yer altında bırakılması gerektiğini ortaya koyuyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sera Gazları, İklim Değişikliğine Uyum, Karbon Ayak İzi
Ekonomik ve çevresel olarak ihtiyacından fazlasını tüketmemeyi ve insanların gerçekten ihtiyacı olan şeylere (gıda, eğitim, sağlık, din ve ifade özgürlüğü) erişimin hedeflendiği Gayri Safi Mutluluk Endeksi, bir gelişmişlik göstergesi olarak ilk defa Bhutan’da uygulandı ve Bhutan’ın 4. Kralı Jigme Singye Wangchuck tarafından 1972 yılında küresel kamuoyuna duyuruldu.
Sürdürülebilir kalkınma konusunda alternatif bir ölçüt yaratan Gayri Safi Mutluluk Endeksi’nin dört temel başlığı şu şekildedir:
- Sürdürülebilir ve eşitlikçi sosyoekonomik kalkınma
- Çevresel koruma
- Kültürün korunması ve tanıtımı
- İyi Yönetişim
Gayri Safi Mutluluk Endeksi’nin ele alındığı dokuz kriter ise şöyle sıralanır: Yaşam Standartları, Eğitim, Sağlık, Ekolojik Çeşitlilik ve Dayanıklılık, Topluluğun Yaşamsallığı, Zaman Kullanımı, Psikolojik İyilik, İyi yönetişim ile Kültürel Çeşitlilik ve Yılmazlık ve Tanıtım
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dirençlilik/Dayanıklılık, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Sosyal Uyum
Geri dönüşümün temel aşamaları; atık malzemelerin toplanmasının ve ayrıştırılmasının ardından işlenmesi veya yeni ürünlere dönüştürülmesi süreçleri olarak ele alınır. Geri dönüşüm içsel ve dışsal olmak üzere iki ana türe ayrılır. İçsel geri dönüşüm, bir ürünün üretilme aşamasında ortaya çıkan atık malzemelerin yeniden kullanılmasıdır. Dışsal geri dönüşüm ise eskimiş veya işlevsiz hale gelmiş bir ürünün malzemelerinin geri kazanılmasıdır.
Tipik olarak geri dönüştürülen malzemeler arasında demir ve çelik hurdası, alüminyum kutular, cam şişeler, kağıt, ahşap ve plastikler bulunur. Atık suların ve yağların arıtılması ile kentsel dönüşüm sırasında ortaya çıkan molozların ayrıştırılarak yeniden kullanıma açılması da geri dönüşüm kapsamında değerlendirilir.
Geri dönüşüm sayesinde yeniden kullanılan malzemeler; petrol, doğal gaz, kömür, mineral cevherler ve ahşap gibi giderek azalan doğal kaynaklardan elde edilen bakir ham maddelerin yerine geçer. Aynı zamanda depolama alanlarında biriken ve çevresel kirliliğe neden olan atık miktarının azaltılmasına yardımcı olabilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Atıktan Enerji Üretimi, İleri Dönüşüm, Sıfır Atık
“İnsanlık İçin Güvenli Bir Faaliyet Alanı” başlıklı çalışmalarıyla dikkat çeken bilim insanları, gezegensel sınırlar kavramsallaştırmasıyla sosyoekonomik sistemlerin gezegenin kritik sınırlarını zorlayacak ve hatta bu sınırları ihlal edip geri döndürülemez olumsuz sonuçlar yaratabilecek faaliyetlere devam etmesi halinde bildiğimiz şekliyle yaşamın tehdit altında olacağını vurguladılar.
Sürdürülebilir kalkınma için bir paradigma değişimine işaret eden gezegensel sınırlar kavramı, dokuz kritik sınıra işaret ediyor; stratosferik ozon (tabakası) incelmesi, biyoçeşitlilik bütünlüğünün bozulması, kimyasal kirlilik ve alışılmışın dışında maddelerin gezegen döngülerine karışması, iklim değişikliği, okyanusların asidifikasyonu, temiz su kaynaklarının tüketilmesi ve küresel su döngüsünün bozulması, insan faaliyetlerinden kaynaklı arazi bozunumu/değişimi, biyosfere ve okyanuslara azot ve fosfor taşınımının bozulması ve atmosferik aerosollerin birikimi.
Okyanusların asidifikasyonu, atmosferik aerosollerin birikimi ve stratosferik ozon incelmesi dışındaki altı sınırın şimdiden aşıldığını hesaplayan bilim insanları, yeryüzünde yaşamı ve insan refahını güvence altına almak için bu sınırların içerisinde kalmamız gerektiğini belirtiyorlar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Entropi, Emerji, Devrilme Noktaları
Bir kişi, aktif ve sağlıklı bir yaşam için beslenme ihtiyaçlarını ve gıda tercihlerini karşılayan yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik erişime sahip olduğunda "gıda güvencesine" sahip olarak kabul edilir. Gıda güvencesi kavramı, “Gıda Güvencesinin Dört Sütunu” olarak bilinen dört ana bileşene ayrılıyor. Bunlar; gıdanın fiziksel olarak bulunabilirliği, gıdaya ekonomik ve fiziksel erişim, gıdanın besin değeri ve diğer üç boyutun zaman içindeki istikrarı.
Açlığın ve yetersiz beslenmenin sona erdirilmesi, iklim değişikliğinin de etkisiyle insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük zorluklardan biri olarak kabul ediliyor. 2022'de 691 ila 783 milyon kişinin açlıkla karşı karşıya kaldığı biliniyor.
Gıda güvencesine dair son verilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Agroklimatoloji, Aşırı Hasat
1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulan IPCC, bilimsel çalışmaların bulguları ışığında iklim değişikliğinin bilimsel temellerine, etkilerine, gelecekteki bağlantılı risklere, bu risklere uyum ve sera gazı azaltım tedbirleri ile ilgili eldeki seçeneklere dair politika yapıcıları düzenli aralıklarla bilgilendirir.
IPCC, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında devam eden iklim değişikliği müzakereleri taraflarına ve organlarına “politikayı doğrudan ilgilendiren ancak politika dikte etmeyen” nitelikte değerlendirmeler ve öneriler sunar. IPCC’ye katılım, WMO ve Birleşmiş Milletlerin tüm üyelerine açıktır. Hâlihazırda 195 üyesi bulunan IPCC düzenli olarak gerçekleştirilen oturumlarda bir araya gelip kararlarını alırken IPCC Bürosu, üye devletler tarafından yapılan oylama ile seçilen temsilcilerden oluşur, yönetimsel kararlar alır ve stratejik yönü tayin eder.
IPCC’nin ürettiği en kritik çıktı ise Değerlendirme Raporları’dır. IPCC mevcut bilimsel çalışmaları tarar, kapsamlı bir literatür çalışması yapar ve bu çalışmanın sonuçlarını daha anlaşılır şekilde karar vericiler ve kamuoyu ile paylaşır. IPCC, 5 yılda bir yayınlanan genel değerlendirme raporlarının yanı sıra, 1,5 Derece Raporu, İklim Değişikliği ve Arazi Raporu, Kriyosfer ve Okyanuslar Raporu gibi özel raporlar da hazırlar.
IPCC ile ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliği, Sera Gazları, İklim Değişikliğine Uyum
Nüfus, refah, teknoloji ve çevresel etki arasındaki ilişkiyi bir matematiksel ifadeye dönüştüren IPAT denklemi şu şekildedir: I = P x A x T. Burada “I” harfi “Impact” yani Etkiyi (çevresel etki), “P” harfi “Population” yani Nüfusu (nüfus büyüklüğünü), “A” harfi “Affluence” yani Refahı (kişi başına düşen gelir, GSMH vb.), “T” harfi de “Technology” yani Teknolojiyi (teknolojik gelişimden sağlanan verimliliği, teknolojik etkinliği vb.) ifade eder. Dolayısıyla denklemi şu şekilde yazabiliriz:
Çevresel Etki = Nüfus x Refah Düzeyi x Teknolojik Gelişme Düzeyi
Biyolog Paul R. Ehrlich ve bilim-teknoloji uzamanı John Holdren’in geliştirdiği için Ehrlich-Holdren ismiyle de bilinen denklem, 1970’lerde dünya nüfusu şimdikine oranla kabaca yarısı kadarken ortaya atıldı ve dünya nüfusunun, refah düzeyinin ve teknolojinin çevreye olan etkisini açıklama iddiası taşıyordu. IPAT denklemi her ne kadar günümüzdeki çevresel sorunların ve kalkınmanın çevre üzerindeki etkilerini tam olarak açıklamakta oldukça yetersiz kalsa da özellikle artan küresel nüfusa ilişkin tartışmalarda sık sık referans verilen bir kavramsal çerçeve olmaya devam ediyor.
IPAT denkleminin dünya nüfusundaki artışın çevresel sorunlara olan etkisini açıklarken özellikle iki noktada insanlığa yeni bir bakış açısı sağladığı kabul edilir. Bunlardan ilki, nüfus dışındaki faktörlerin çevresel sorunlar üzerindeki çarpan etkisinin anlaşılmasına yardımcı olmasıdır. Diğeri ise çevresel etkinin salt çevre kirliliğinden ibaret olmadığına dair yeni yaklaşımıdır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Kuznets Eğrisi, Emerji, Gezegensel Sınırlar
1970’li yıllarda ABD’de Dr. Robert Bullard’ın, Houston’da çöp alanlarının siyahların yaşadığı mahallelerde yoğunlaştığını istatistiksel olarak ortaya koyan çığır açan çalışmaları “çevresel adalet” (environmental justice) tartışmalarının başlangıcı olarak kabul edilir. Çevresel adalet kavramının babası olarak kabul edilen Bullard, çalışmalarını siyahların yoğun olarak yaşadığı başka kentlere taşıdığında da benzer sonuçlar elde etmesi büyük bir etki yarattı. Çevresel kirleticiler de sosyal sorunlar gibi toplumda eşit dağıtılmıyordu.
İlerleyen yıllarda, sadece bölgesel çevre sorunlarının değil, iklim değişikliği gibi küresel sorunların da aynı şekilde sosyal adaletsizlikle paralel ilerlediği anlaşılmaya başlandı. Bu noktada ortaya çıkan “İklim Adaleti” kavramı, temel olarak, iklim krizinden en çok etkilenenlerin, iklim krizine en az etkisi olan, kişisel emisyonları en düşük, en yoksul kesimler olduğunu ifade ediyordu. Aynı şekilde, kadınlar erkeklerden, siyahların beyazlardan, küresel güney gelişmiş kuzey ülkelerinden daha az karbondioksit emisyonlarına neden olmasına karşın, iklim krizinden daha yoğun etkilendikleri araştırmalarla ortaya kondu. İklim adaletinin bir başka boyutu da iklim değişikliğinde hiçbir katkıları olmamasına rağmen, sonuçlarından en çok etkilenecek yeni ve gelecek nesillerin uğradığı adaletsizliktir. İklim adaleti kavramı ilk olarak Kaliforniya merkezli CorpWatch isimli sivil toplum kuruluşunun 1999 yılında yayınladığı “Sera Gazı Gangsterleri ile İklim Adaleti Karşı Karşıya” raporunda geçmiştir. 2000 yılında Hollanda’nın Lahey kentinde düzenlenen 6. Taraflar Konferansı (COP6) ilk İklim Adaleti Zirvesi’ne ev sahipliği yapmıştır. 2002 yılındaysa, Rio+10 olarak bilinen Dünya Zirvesi’nde 1991 yılında yayınlanan Çevresel Adalet İlkeleri’nden uyarlanarak Bali İklim Adaleti İlkeleri açıklanmıştır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Sera Gazları, İklim Değişikliği, Ekolojik Vatandaşlık
Gezegenin 4,5 milyar yıllık tarihi boyunca güneşin aktivitesindeki değişiklikler veya büyük volkanik patlamalar gibi doğal süreçler veya büyük meteorların dünyaya düşmesi gibi dışsal nedenlerle iklimsel değişiklikler yaşandığı biliniyor. Ancak bugün tanımladığımız şekliyle iklim değişikliği, insan etkinlikleri kaynaklı ve çok daha hızlı bir değişimdir.
Dünyadaki iklim istikrarının en önemli unsuru güneşten gelen ısının belirli bir miktarının tutulmasını sağlayan sera gazlarının atmosferdeki konsantrasyonudur. Milyonda bir parçacık olarak (parts per million, PPM) ifade edilen sera gazlarının oranı, dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığını ve dolayısıyla iklimleri belirler. Sanayi Devrimi’nden bu yana enerji üretmek için kullanılan fosil yakıtlar, arazi kullanımı, ormansızlaşma sonucu açığa çıkan karbondioksit, metan ve diğer sera gazları, atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunu dramatik düzeyde değiştirdi. Sanayi Devrimi öncesi ortalama 280 ppm düzeyinde olan sera gazı oranı 2024 yılında 220 ppm’in üzerine çıktı. Her yıl yükselen bu oran dünyanın ortalama küresel ısısını yaklaşık 1,2-1,5 derece düzeyinde artırmış durumda. Atmosferdeki bu ısınma da çeşitli aşırı hava olayları, yağış rejimlerindeki değişim ve sıcak hava dalgaları temel bazı iklimsel değişikliklere neden oluyor.
Sanayi Devrimi’yle birlikte 1800'lerden bu yana, kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması nedeniyle açığa çıkan sera gazlarının neden olduğu iklim değişikliği ise insani faaliyetler nedeniyle gerçekleşen ilk büyük ve ani iklim değişikliğidir.
Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarına göre dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 1800’lerin sonlarına göre 1,1 ila 1,5 derece arttı. Buna bağlı olarak Dünya Meteoroloji Örgütü analizlerine göre, 2011-2020 arasındaki 10 yıl, en sıcak dönem olarak kayıtlara geçti. 2023 yılı ise kaydedilmiş en sıcak yıl olarak rekor kırdı.
İklim değişikliğinin sonuçları bölgesel ve sistemik kuraklıklar, su kıtlığı, mega yangınlar, yükselen deniz seviyeleri, aşırı yağışlara bağlı su baskınları, kutup buzullarının erimesi, fırtınaların sayısı ve şiddetindeki artış ve biyolojik çeşitliliğin kaybıyla kendini gösteriyor. Çevre felaketlerinin sonuçları, küresel düzeyde gelir ve özellikle tarımsal üretimde verimlilik düşüşleriyle ekonomik krizleri de tetikliyor.
İklim değişikliğiyle ilgili tüm IPCC raporlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: İklim Krizi, Sera Gazları, IPCC
İklim bilimi, sera gazı emisyonlarında keskin bir düşüş sağlansa bile iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkileriyle karşı karşıya kalmaya uzun bir süre devam edeceğimizi ortaya koyuyor. Bu bağlamda, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum sağlamak hem bugün karşılaştığımız hem de gelecekte karşılaşılması beklenen etkilere yanıt verilebilmesi açısından büyük önem taşıyor. İklim değişikliğine uyum çabalarına verilen genel isim olan adaptasyon ise, iklim sistemindeki güncel ve olası değişikliklere ayak uydurma süreçlerini ve alınan önlemleri tarif ediyor.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim değişikliğinin ekosistemlere ve türlere yönelik olumsuz etkilerinin giderek artacağını, buğday, mısır ve pirinç gibi temel tarım ürünlerinin üretiminde düşüşe neden olacağını, gıda güvenliği açısından riskler barındırdığını, özellikle yarı kurak ve kurak bölgelerde yerüstü ve yeraltı su kaynaklarında azalmaya yol açacağını, halk sağlığını olumsuz etkileyeceğini ve ekonomik büyümeyi yavaşlatacağını belirtiyor. Söz konusu etkilerin düşük gelirli ülkeler ve topluluklar tarafından çok daha yoğun bir şekilde hissedileceği öngörülüyor. İklim değişikliğine karşı adaptasyon stratejilerinin oluşturulup eylemlerin hayata geçirilmesi, bu etkilerin en aza indirilmesi için hayati önem taşıyor. Bu anlamda, iklim değişikliğiyle mücadelede adaptasyon ve emisyon azaltımı, birbirlerine bağlı iki bileşen olarak değerlendiriliyor. IPCC, emisyon azaltımı hedeflerine ulaşılmasının adaptasyon çabalarının başarısını da artıracağının altını çiziyor. Paris İklim Anlaşması’nda ise, bugün itibarıyla iklim değişikliğine adaptasyon ihtiyacının yüksek bir seviyede olduğu, emisyon azaltımının desteklenmesiyle ek adaptasyon çabalarına olan ihtiyacın ve dolayısıyla konuya ilişkin politika ve önlemlerin maliyetinin azalacağı ortaya konuluyor.
Türkiye, dünyada iklim değişikliğinden en çok etkilenmesi beklenen bölgelerden birisi olan Akdeniz Havzası’nda yer alıyor. IPCC, Akdeniz Havzası’nda genel sıcaklık artışının daha hızlı bir biçimde 1ila 2 dereceye ulaşacağını, kuraklığın geniş bölgelerde hissedileceğini ve özellikle iç kesimlerde sıcak hava dalgalarının ve aşırı sıcak günlerin sayısının artacağını öngörüyor.
IPCC’nin iklim a ile ilgili son verilerine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Karbon Ayak İzi, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), İklim Krizi
İklim finansmanı, düşük karbonlu bir küresel ekonomiye geçiş ve toplumların iklim değişikliğinin etkilerine karşı dirençliğini artırmasına ve uyum sağlamasına destek için gerekli büyük ölçekli yatırımlara finansal kaynak sağlaması nedeniyle iklim değişikliği mücadelesinde kritik öneme sahiptir. İklim finansmanı, kamu veya özel, ulusal veya uluslararası, ikili veya çok taraflı olmak üzere farklı kaynaklardan sağlanabilir. Hibeler ve bağışlar, yeşil tahviller, borç takasları, garantiler ve imtiyazlı krediler gibi araçlar iklim finansmanı kapsamında değerlendirilir.
Yeşil İklim Fonu (GCF), Küresel Çevre Fonu (GEF) ve Adaptasyon Fonu (AF), kamu iklim finansmanı için önemli mali kaynaklardan bazılarıdır. Bunun dışında özel sektörde, Avrupa Kalkınma ve İmar Bankası (EBRD) ve Fransız Kalkınma Ajansı (AFD) gibi çeşitli uluslararası finans kuruluşlarından veya bankalardan iklim finansmanı desteği alabilir. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) da iklim finansmanı kaynakları bulunmaktadır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dirençlilik/Dayanıklılık, İklim Değişikliğine Uyum/Adaptasyon, İklim Değişikliği
Doğrudan veya dolaylı olarak iklim değişikliğinin neden olduğu ulusal ve uluslararası güvenlik riskleri giderek artıyor. Bunlar arasında giderek artan gıda, su ve geçim kaynağı güvensizliği; yerinden edilme, göç ve doğal kaynaklar üzerindeki rekabetin artması gibi etkiler başı çekiyor. Bunlar, birbirilerini etkileyerek önümüzdeki süreçte daha karmaşık ve çoklu (poli) krizlere ve toplumsal çatışmalara neden olabilir.
İklim güvenliği, söz konusu tehditlere karşı barış ve istikrara olumlu katkı sağlamayı amaçlar. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in çatışma önleme ve barış inşası çalışmalarının önemli bir parçası olarak kabul edilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Gıda Güvencesi, Agroklimatoloji, İklim Değişikliğine Uyum
1800'lerden beri insan faaliyetleri, özellikle kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması nedeniyle oluşan ve artık bilimsel verilerle ispatlanan iklim değişikliğinin etkileri küresel ölçekte kendini gösteriyor. Dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 1800'lerin sonlarında (sanayi devriminden önce) olduğundan yaklaşık 1,1 derece daha sıcak. 2011-2020 arasındaki 10 yıllık süreç kayıtlara geçen en sıcak dönem. Son 40 yılın her birinin, 1850'den bu yana önceki on yıllardan daha sıcak olduğu, Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından ispatlanmış durumda. 2023 yılı ise kaydedilmiş en sıcak yıl olarak rekor kırdı. Küresel ısınmanın sonuçları, bölgesel ve sistemik kuraklıklar, su kıtlığı, mega yangınlar, yükselen deniz seviyeleri, aşırı yağışlara bağlı su baskınları, kutup buzullarının erimesi, fırtınaların sayısı ve şiddetindeki artış ve biyolojik çeşitliliğin kaybıyla kendini gösteriyor. Çevre felaketlerinin sonuçları, küresel düzeyde gelir ve özellikle tarımsal üretimde verimlilik düşüşleriyle ekonomik krizleri de tetikliyor. Bütün bu veriler de iklim değişikliğinin artık küresel bir kriz haline dönüştüğünü ifade ediyor.
İklim krizine dair son verilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, 1,5 Derece Küresel Isınma Özel Raporu, İklim Güvenliği
İklim mühendisliği çözümlerinin arasında atmosferde yapay bulutlar ve yağmur bombaları oluşturma; solar radyasyonu azaltmak için yapay volkanlar oluşturma ya da büyük miktarda demir tozu dökerek okyanusların karbon tutma kapasitesini artırmak gibi çözümler bulunur. Kimi zaman gezegen mühendisliği veya negatif emisyon teknolojileri olarak da kullanılan iklim mühendisliği, ileri sürülen teknolojik müdahalelerin başka negatif etkileri ve öngörülemez sonuçları dolayısıyla iklim savunucuları tarafından çeşitli eleştirilere tabi tutuluyor.
İklim mühendisliği kapsamındaki çözüm önerilerinin olası negatif etkilerinin yanı sıra teknoloji odaklı bu çözüm önerilerinin toplumları “karbon salımlarına” ve fosil yakıtlara daha fazla bağımlı kıldığı da düşünülüyor. Söz konusu iklim mühendisliği çözüm önerilerinin uygulanması durumunda, var olan karbon odaklı iktisat politikalarına bağımlılık sürebilir. Bu durumda yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği gibi alternatif politikaların gündeme getirilmesi ve kaynak ayırılması da zorlaşabilir.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 6. Değerlendirme Raporu’nda da iki tür iklim mühendisliğine değinilmektedir: Güneş radyasyonu yönetimi ve atmosferden sera gazı yakalama ve tutma teknolojileri.
Konuyla ilgili Avrupa Birliği’nin finanse ettiği bir araştırmaya (EUTRACE-Avrupa İklim Mühendisliği Değerlendirmesi) göre, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltma noktasında iklim mühendisliği çözümlerine fazla ümit bağlamanın gerçek çözümlere ulaşmayı zorlaştırabileceği dile getiriliyor. İklim mühendisliği önerilerinin masaya yatırıldığı söz konusu rapor, önerilerin yalnızca ekonomik ve teknolojik uygulanabilirliğine değil, çevresel ve sosyal etkilerine dair önemli noktaları ortaya koyuyor. Ayrıca kimi iklim mühendisliği uygulamalarının geri döndürülemez olumsuz sonuçlara yol açma olasılıkları da çekinceler arasında bulunuyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliğine Uyum / Adaptasyon, Karbon Tutma ve Depolama, İklim Finansmanı
İklim değişikliğine neden olan sera gazlarının atmosferdeki oranı düşünüldüğünde, karbon nötr olmanın uzun vadede iklim değişikliği sürecini durdurma ve geriletme konusunda yeterli olmayacağı düşünüldüğünden, şirketlerin, bölgelerin ve ülkelerin iklim pozitif hale gelmesi büyük önem taşıyor.
İklim pozitif hale gelmenin ilk adımı olarak, Bilim Temelli Hedefler altında emisyon azaltım taahhüdü belirlemek ve bunu belirlenen süreç içinde gerçekleştirmek geliyor. Bu noktada tüm kapsamlardaki emisyonların sıfırlanması önem taşıyor. Ancak bunun ötesinde iklim pozitif olabilmek için, atmosferden karbon azaltım çalışmalarını gerçekleştirmek gereklidir. Sıfırdan ormanlar ve yeşil alanlar yaratmak; bozulmuş bir ekosistemi onarmak, emisyon kaynağı olabilecek atıkları emisyona neden olmadan yeniden kullanıma sokmak; atıkları ileri dönüştürmek ve toplumsal başka projelerle ölçülebilir karbon emisyon azaltımları gerçekleştirmek, iklim pozitif olmanın temel yolları arasında yer alır. Deniz tabanına ve balık üreme alalarına zarar veren hayalet ağları denizden çıkartılıp, bu atıkların çeşitli yer döşeme malzemelerinde kullanılması, iklim pozitif olma yolunda iyi örneklerden birisidir.
İklim pozitif olduğunuzu gösteren ve üçüncü taraflar tarafından denetlenen ClimatePositive gibi bazı sertifikasyon sistemleri de bulunmaktadır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Mühendisliği, İklim Finansmanı, İklim Adaleti
Her yıl dünyanın dört bir yanında milyarlarca ton atık oluşuyor. Bu atıkların önemli bir miktarı vahşi depolama yoluyla veya yakılarak bertaraf ediliyor. Dünya kaynakları için son derece değerli malzemeler içeren atıklar toprağı, yeraltı sularını, nehirleri, denizleri ve atmosferi kirletiyor. Gezegenin en önemli çevresel sorunlarından biri haline gelen atıklarla baş etmenin yolu ilk önce atık yaratmamaktan geçiyor. Ancak her şeye rağmen yaratılan atıkların geri dönüşümünde en iyi seçeneklerden biri katma değeri daha yüksek olan ileri dönüşüm olarak kabul ediliyor.
İleri dönüşümü anlamanın en iyi yolu ise, onu geri dönüşüm ile karşılaştırmaktır. Örneğin plastik su şişelerinin toplanıp, eritilerek yeniden plastiğe ve orandan da tekrar plastik su şişesine dönüşmesi bir geri dönüşüm örneğidir. Ancak bu süreçte plastik atığın taşınmasından, eritilmesine ve yeniden şekillendirilmesine kadar bir dizi süreçte yine enerji harcamak gereklidir. Ancak plastik su şişesini atmaz ve su doldurarak yeniden kullanırsanız, bu yeniden kullanım (re-use) süreci olarak tanımlanır ve elbette geri dönüşüme göre çok daha çevre ve iklim dostu bir harekettir. Öte yandan ileri dönüşüm ise, eski malzemeleri yeniden kullanma sürecine sokarken, su şişesinden daha değerli veya daha kaliteli bir şey yaratır. Yeni ayakkabılar yapmak için plastik şişelerin kullanılması veya kaliteli mobilya yapmak için geri kazanılmış ahşapların kullanılması ileri dönüşüme örnek olarak verilebilir.
Geri dönüşümde aynı ürünün benzer ya da daha düşük katma değerli bir versiyonunu yaratır ve bunun için de enerji harcarken; ileri dönüştürmeyle eski malzemelerden yeni, farklı ve daha yüksek kaliteli ve katma değerli bir ürün elde edilir. Mobilyalardan giysi ve tekstil ürünlerine, elektronikten plastiğe, camdan alüminyum ve kağıda kadar her malzemeden ileri dönüşüm mümkündür. Atık gazete kağıtlarından yapılan kese kağıtları da ileri dönüşümün en iyi tarihsel örneklerinden birisidir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Geri Dönüşüm, Aşağı Dönüşüm, Döngüsel Ekonomi
Endeks en temel anlamda, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini ve ekonomisinin yurttaşlarının yaşam kalitesini nasıl etkilediğini gösterir. İlk olarak 1990 yılında Pakistanlı ekonomist Mahbub ul Haq tarafından geliştirilen ve 1993 yılından bu yana açıklanan İnsani Gelişme Endeksi, başlıca üç parametre üzerinden hesaplanır:
- Uzun ve sağlıklı bir yaşam (ortalama yaşam süresi)
- Bilgi: (Okur yazar oranı (2/3’ü) ve ilkokul, lise ve üniversite okuma yüzdesi (1/3’ü)
- Makul yaşam düzeyi: (Kişi başına düşen gelir ve Amerikan doları üzerinden alım gücü)
Endeksle ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Brundtland Raporu, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Gayri Safi Mutluluk Endeksi
İyi yönetişim, yönetim kavramının aksine alınan son kararın ne olduğundan ziyade, karar verme sürecinin nasıl yürütüldüğü ve bu kararların nasıl uygulandığıyla ilgilenir çünkü doğru tasarlanmış bir yönetişim mekanizmasının doğru kararları da beraberinde getirmesi beklenir. Kavram asıl olarak kamu yönetimi üzerinden ortaya çıkmış olsa da özel sektör ve diğer kurumlar için de önemli unsurlar içerir.
Birleşmiş Milletler Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu, iyi yönetişimin sekiz önemli özelliğini şöyle tanımlar:
1. Katılım: Toplumun tüm kesimleri tarafından katılımı, özellikle toplumdaki en savunmasız kişilerin kaygılarının dikkate alınması önemlidir. Bir yandan örgütlenme ve ifade özgürlüğü, öte yandan örgütlü bir sivil toplum anlamına gelir.
2. Hukukun üstünlüğü: İyi yönetişim, tarafsız bir şekilde uygulanan, adil yasal çerçeveleri; insan haklarının, özellikle de azınlık haklarının tam olarak korunmasını, yasaların tarafsız bir şekilde uygulanmasını, bağımsız bir yargının ve tarafsız bir kolluk gücünün kullanılmasını gerektirir.
3. Etkinlik ve verimlilik: İyi yönetişim, süreçlerin ve kurumların, kaynaklardan en iyi şekilde faydalanırken, toplumun ihtiyaçlarını en iyi karşılayan sonuçlar üretmesini öngörür ve aynı zamanda doğal varlıkların sürdürülebilir kullanımı ve çevrenin korunmasını gerektirir.
4. Eşitlik ve kapsayıcılık: İyi yönetişimin zeminini oluşturan toplumsal refah, kimsenin kendisini toplumdan dışlanmış hissetmemesine bağlıdır.
5. Hızlı çözüm: İyi yönetişim, kurumların ve süreçlerin, tüm paydaşlara makul bir zaman çerçevesinde hizmet etmeye çalışmasını gerektirir.
6. Şeffaflık: İyi yönetişimde doğru bilgi serbestçe yayılabilmeli; alınan kararlardan ve uygulamalardan etkilenecek kişi ve/veya toplulukların doğrudan erişilebileceği bir şekilde sunulmalıdır.
7. Hesap verebilirlik: Sadece kamu kurumları değil, aynı zamanda özel sektör ve sivil toplum örgütleri de kamuya ve kurumsal paydaşlarına karşı sorumludurlar. Hesap verebilirlik ise şeffaflık ve hukukun üstünlüğü olmadan uygulanamaz.
8. Konsensüs: İyi yönetişim, toplumdaki farklı menfaatlerin arabuluculuğunu gerektirir ve topluluk kapsamında geniş bir fikir birliğine varmayı amaçlar.
Bu özellikler sayesinde iyi yönetişim, rüşvet ve yolsuzluğun en aza inmesini, azınlıkların görüşlerinin dikkate alınmasını ve toplumdaki en savunmasız kişilerin seslerinin karar verme süreçlerinde duyulmasını sağlar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksleri, Düşük Karbonlu Kalkınma, Döngüsel Ekonomi
Çevre ekonomisinin popüler başlıklarından biri olan Jevons Paradoksu ilk olarak, İngiliz ekonomist William Stanley Jevons’un, 1865 tarihli “the Coal Question” (Kömür Sorunu) adlı çalışmasında ortaya atıldı. Jevons, kömürden sağlanan enerjide verimliliği artıran bazı teknolojik gelişmelerin, çeşitli endüstrilerde kömür tüketimini azaltmadığını daha da artırdığını ortaya koydu. Ona göre, teknolojik verimlilik ilerledikçe ve daha az yakıt ile aynı işi becerebilen ekipmanlar geliştikçe kaynak tüketimi azalmaz, tam tersine artar ve sanıldığının aksine daha verimli çalışan makinalar yaratmak aslında tüketimi teşvik eder.
İyileştirilmiş enerji verimliliğinden kaynaklanan tüketimin geri-tepme etkilerini (rebound effects) ele alan modern ekonomistler tarafından da ele alınan Paradoksa göre verimlilik, reel gelirleri çoğaltır ve ekonomik büyümeyi hızlandırarak kaynaklara olan talebi artırır.
Bazı çevre ekonomistleri, geri-tepme etkisini kontrol etmenin ve paradoksu çözmenin yolunun kullanım maliyetlerini artıran karbon vergisi ya da emisyon ticareti gibi koruma politikalarından geçtiğini öne sürüyorlar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: IPAT Denklemi, Gezegensel Sınırlar, İklim Krizi
Çoğu zaman çeşitlilik ve etik ilkeleriyle birlikte ele alınan kapsayıcılık, tüm toplumsal yapıların ve organizasyonların başarılı ve sağlıklı şekilde var olmasını ve gelişmesini sağlayan temel yaklaşımlardan biridir. Toplumsal hayatın entegrasyonunda, huzurlu ve güvenli bir yaşam ortamı oluşturulmasında önemli rol oynaması nedeniyle Birleşmiş Milletler çeşitli çalışmalarında kapsayıcılığa ilişkin olarak “Kimseyi Geride Bırakmamak” (Leaving No One Behind) sloganını kullanıyor.
Toplumsal hayata paralel olarak iş hayatında da artan ayrımcılık ve ötekileştirme sorunları ve buna bağlı verimsizlik sorunları kapsayıcılık ilkesinin iş dünyasında da giderek daha fazla gündeme gelmesini sağladı.
Kapsayıcı ve çeşitlilik içeren kuruluşların genellikle daha başarılı olduğu çeşitli araştırmalarla ortaya kondu. Daha fazla kadın çalışanın yönetim kurullarına dahil edilmesinin ya da farklı etnik veya dinsel kökenli bireylere ekiplerde daha fazla rol verilmesinin sonucu olarak, iş yerinde kapsayıcılık ve çeşitliliğin kurumsal büyüme ve başarı için bir katalizör olduğu ortaya kondu. Forbes'un bir araştırmasına göre, çeşitli ekipler tarafından alınan ve uygulanan kararların %60 daha iyi sonuçlar verdiğini ve kapsayıcı ekiplerin %87 oranında daha iyi iş kararları verdiğini ortaya koyuyor. Bu pozitif etkinin arkasında ise kapsayıcılığın iş yerindeki iletişimi güçlendirmesi ile önyargıları ve karşılıklı güven eksikliğini azaltarak ekip ruhunu sağlamlaştırması yatıyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Çeşitlilik, Eşitlik, Etik
Birim karbondioksit cinsinden ölçülen ve “kg.CO2-eşdeğer” veya “ton. CO2-eşdeğer” olarak ifade edilen karbon ayak izi temelde iki bileşenden oluşur. Birincisi, konut ve iş yerlerinde ısınma, soğutma veya aydınlatma gibi ihtiyaçlar için tüketilen enerji ile ulaşımda kullanılan fosil yakıtların yakılması sonucu ortaya çıkan emisyonları ifade eden “Doğrudan Ayak İzi”dir. İkincisi ise, kullanılan ürünlerin imalatından bertarafına kadar uzanan yaşam döngüsü emisyonlarının toplamını kapsayan “Dolaylı Ayak İzi”dir.
Günümüzde hem bireyler hem de kurumlar karbon ayak izlerini, dijital araçlarla kolaylıkla ölçebiliyor. Yediğimiz gıdadan giydiğimiz kıyafete ve uçak seyahatlerimize kadar her ürün ve hizmetin ortalama karbon ayak izleri hesaplanmış durumda. Karbon ayak izini ölçmenin temel amacı, bireysel ve/veya kurumsal olarak çevresel etkimizi somut olarak hesaplamak, bunu diğer birey, topluluk veya kurumlarla karşılaştırmak ve bunun ertesinde karbon ayak izini azaltabilecek önlemlere yönelmektir. Yok edilemeyen karbon emisyonlarının karbon denkleştirmesi de diğer aksiyonlardan biri olarak kabul edilir.
Karbon ayak izinin yanı sıra çevresel etkimizi gösteren başka ölçekler de vardır. Bunlardan en çok bilineni ve kullanılanı “Ekolojik Ayak İzi”dir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Gezegensel Sınırlar, Karbon Denkleştirme, Ekolojik Ayak İzi
Sera gazı salım ve azaltımları metrik ton olarak karbondioksit gazı eşdeğeri (tCO2e) cinsinden ifade edilir. Temel prensip, salım miktarına denk gelecek (hâlihazırda gerçekleşmeyecekken ek olarak gerçekleştirilen bir proje sayesinde başarılan) bir azaltım miktarını eşleştirmektir. Bu bağlamda özgün bir boyutu olan projelerden elde edilen azaltım kredileri karbon denkleştirme işlemi için gönüllü ya da zorunlu piyasalarda karşılık bulur ve azaltım projelerinin mümkün olması için gereken finansman sağlanmış olur.
Karbon denkleştirme sadece piyasalar aracılığıyla da olmak zorunda değildir. Teknik olarak herhangi bir şirket tamamen gönüllü olarak şirket faaliyetlerinden doğrudan ya da dolaylı şekilde doğan sera gazı salımlarını denkleştirmek için proje bazlı olarak denkleştirme işlemi de gerçekleştirebilir. Karbon denkleştirme, ilk kez küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik ilk uluslararası çerçeve olan ve 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü kapsamında bir karbon esneklik mekanizması olarak tanımlanmış ve düzenlenmiştir.
Her ne kadar karbon denkleştirme bireylerin, kurumların ya da sektörlerin karbon emisyonlarının azaltılmasında bir çözüm olarak görülse ve karbon kredileri aracılığıyla başka yerlerdeki yenilenebilir enerji ya da ormanlaştırma gibi projelere kaynak sağlaması açısından önemli işlevlere sahip olsa da asıl çözüm temel olarak mutlak sera gazı azaltımından geçer.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Karbon Ayak İzi, Sera Gazları, İklim Değişikliğine Uyum
Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde daha fazla gündeme gelen karbon kaçağı, iklim değişikliği ve küresel emisyonların azaltılması mücadelesinde önemli sorunlardan biri olarak kabul edilir. Özellikle ABD ve Avrupa’dan gelişmekte olan ülkelere kaydırılan gübre, çimento, demir çelik ve alüminyum gibi yüksek emisyonlu sektörlerle belirgin hale gelen karbon kaçağının çözümü için çeşitli yaklaşımlar bulunuyor. Örneğin Avrupa Birliği, Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında, karbon kaçağı sebebiyle AB ekonomisinin ve iklim mücadelesinin negatif etkilenmesinin önüne geçmek için “Sınırda Karbon Vergisi Düzenlemesi” yürürlüğe aldı. Bu uygulamayla, AB’nin limit değerlerinin üzerinde emisyona neden olduğu ispatlanan ürünlerin AB pazarlarına girişinde ek bir karbon vergisi ödenmesi zorunlu hale geliyor. Bu durumda, AB ülkelerinin şirketlerinin yatırımlarını daha zayıf çevre mevzuatına sahip ülkelere taşıması güçleşecek ya da söz konusu ülkedeki üretimin standartları yükseltilmek zorunda kalacak.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Avrupa Yeşil Mutabakatı, Karbon Piyasaları, İklim Değişikliğine Uyum
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim krizinin tehlikeli etkilerinden korunmak için küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırmak adına dünyanın 2050 yılına kadar karbon nötr olmasını öneriyor. ABD ve Avrupa Birliği başta olmak üzere birçok ülke tarafından ulusal ölçekte benimsenen bu taahhüt sayesinde iklim krizinin güvenli bir alanda sınırlanması sağlanabilir. Dünyanın en büyük emisyon üreticilerinden biri olan Çin, karbon nötr olma taahhüdünü 2060 olarak açıklarken, Hindistan 2070 ve Türkiye de 2053 olarak belirledi.
Tahminlere göre okyanuslar, ormanlar ve bozulmamış yeşil alanlardan oluşan doğal yutaklar yılda 9,5 ila 11 gigaton karbondioksiti depoluyor. Yıllık küresel karbondioksit emisyonları ise 2023'te 37,4 gigatona ulaşmış durumda. Bu nedenle belirlenen tarihte karbon nötr olabilmek için enerji, sanayi, konut ve tarım kaynaklı karbondioksit emisyonlarının hızla düşürülmesi ve karbon yutak alanlarının korunması ve geliştirilmesi gerekiyor. Ancak Birleşmiş Milletler Çevre Programı'nın açıkladığı Emisyon Açığı 2023 (Emissions Gap Report 2023) raporuna göre, ülkelerin şu ana kadar verdikleri ulusal emisyon azaltım taahhütleri dünyayı 1,5 derece güvenli ısınma seviyesinin bir hayli ötesine, 2,5 ila 2,9 derece ısınma seviyesine doğru götürüyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Krizi, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Sera Gazları
Karbon piyasaları, Emisyon Ticareti Sistemlerinin (ETS) en temel unsurlarından biri olarak kabul edilir. ETS kapsamında, hükümetler veya hükümet grupları, emisyonlara belirli bir genel üst sınır getirir ve kurallar kapsamındaki ülkelere veya şirketlere de belirli emisyon hakları tanır. Enerji verimliliği ya da yenilenebilir enerji yatırımlarıyla kendisine verilen karbon kredilerinin tamamını kullanmak zorunda kalmayan bir kuruluş, bunları, limitlerini aşmak zorunda kalan bir diğer kuruluşa satabilir ve ek gelir elde edebilir. Şirketleri emisyonlarını azaltmaya teşvik eden bu ticari alışveriş, karbon piyasalarında gerçekleşir.
Hükümetler veya uluslararası kuruluşlar tarafından yönetilen ve düzenlenen karbon piyasalarına bazı sektörlerin katılımı zorunludur, bazıları ise tamamen gönüllülük esasına dayanır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Karbon Tutma ve Depolama, Karbon Kaçağı, İklim Finansmanı
Devletler ve devlet dışı aktörler, sera gazı salımlarını azaltma amacıyla karbon fiyatlandırması başlığı altında iki ana tedbire yöneliyor; karbon ticareti ve karbon vergisi. Karbon fiyatlandırma da Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak ve düşük karbon ekonomisini desteklemek adına ihtiyaç duyulan politikaların kritik bir parçası olarak kabul ediliyor.
Karbon fiyatlandırma, çoğunlukla kümülatif olarak en etkili gaz olan karbondioksite indirgenen, iklim krizine neden olan insan kaynaklı sera gazlarına ait şimdiye dek dışsallaştırılmış çevresel ve sosyal maliyetlerin bir fiyatlandırma mekanizması aracılığıyla sera gazı salımı gerçekleştirenler tarafından karşılanması anlamına geliyor.
Bu fiyatlandırma mekanizmaları aynı zamanda piyasa koşullarınca belirlenen karbon ticareti şeklinde veya devlet tarafından düzenlenen karbon vergisi yöntemi ile de olabilir. Karbon ticaretinin temeli uluslararası, ulusal, bölgesel veya daha küçük ölçeklerde karbon denkleştirme kavramına dayanır. Karbon ticareti sistemlerinde azaltımın maliyetler arasında denge sağlayan kurallar bütününün doğru ve adil bir şekilde belirlenmesi gerekir.
Dünya Bankası’nın “Karbon Fiyatlandırması Durumu ve Trendleri 2024” raporuna göre, 2023’te karbon fiyatlandırma gelirleri, AB'deki yüksek fiyatlar ve Almanya'nın bazı ETS gelirlerinde 2022'den 2023'e geçici bir kayma nedeniyle ilk kez 100 milyar doları aşmış durumda.
Kavram hakkında daha kapsamlı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, Karbon Piyasaları, Karbon Denkleştirme
Karbon tutumu ve depolaması, genellikle kömür ya da doğalgazdan elektrik üreten tesisler ile sanayi tesisleri gibi büyük ölçekli tesislerde uygulanması düşünülen bir teknolojidir. Elde edilen karbondioksit sıkıştırılarak jeolojik yapılara (eski petrol veya doğalgaz kuyuları, ömrünü tamamlamış yeraltı kömür madenleri, derin tuz formasyonları vb.) ve mineral karbonatların içine konulur veya başka endüstriyel işlemlerde kullanılmak üzere stoklanır.
Depolama, bir KTD projesindeki en kritik ve günümüz itibarıyla en az bilgi ve beceriye sahip olunan süreç olarak öne çıkar. Depolama alanlarının tespiti için hem makro ölçekte değerlendirmelere hem de sahaya özel analizlere ihtiyaç duyulur ve bu çalışmalar genellikle uzun yıllar alır. Bir KTD tesisinin projelendirilmesi ve devreye alınması arasındaki süreç ortalama 5 ila 10 yıl arasında sürer.
Uluslararası Enerji Ajansı, KTD’nin kamuoyu ve politika yapıcılar nezdinde gerekli ilgiyi görmediğini, ilerleme sağlanabilmesi için hem teknolojik gelişime hem de yatırım konularında önemli adımlar atılması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca araştırmalar, küresel ölçekte planlama aşamasında olan tüm kömür santrallerinin bu teknolojisiyle donatılması halinde bile 2 derece hedefine ulaşmanın mümkün olamayabileceğini gösteriyor.
Bunun dışında birçok araştırma, KTD’nin mevcut teknolojik düzeyinin maliyet açısından şu anda karlı görünmediğini ortaya koymaktadır. 2023 yılı itibarıyla halen KTD ile tutulan karbon, toplam küresel karbon emisyonlarının sadece %0,12’sini oluşturmaktadır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Avrupa Yeşil Mutabakatı, Karbon Kaçağı, İklim Mühendisliği
Küresel sıcaklığın sanayi öncesi seviyelerin 1,5 derece üzerine çıkmasını önlemek için birçok ülke 2050 yılına kadar net sıfır sera gazı emisyonuna ulaşma hedefi belirledi. Bu hedefe ulaşabilmek için ise hızlı bir karbonsuzlaştırma süreci gerekiyor.
Karbonsuzlaştırmanın en temel dinamiği fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan sera gazı emisyonlarının azaltılmasıdır. Bu, rüzgar, güneş, hidroelektrik, jeotermal ve biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve mümkün olduğu kadar çok sektörün elektrifikasyonu sayesinde emisyonların önlenmesiyle gerçekleştirilebilir. Bunun yanı sıra binalarda, ulaşımda ve endüstrilerde enerji verimliliğinin artırılması ile genel enerji talebi ve buna bağlı emisyonlar da azaltılabilir. Karbonsuzlaştırma aynı zamanda doğal tabanlı veya teknolojik yöntemlerle karbon tutma ve yakalama ile tarım arazileri ve ormanlarda karbon depolamasını güçlendirmeyi de içerir.
Enerjinin nasıl üretildiğinden mal ve hizmetlerin nasıl üretilip sunulduğuna, binaların nasıl inşa edildiğinden arazilerin nasıl yönetildiğine kadar ekonominin tüm yönleri karbonsuzlaşma sürecinin parçası olarak kabul edilir. Gezegeni ısıtan karbondioksit ve metan emisyonları büyük ölçüde küresel ekonominin enerji üretimi; sanayi, ulaşım, binalar, tarım ve arazi kullanımı sektörlerinden kaynaklanıyor, dolayısıyla bu sektörlerin tamamının karbonsuzlaşması, iklim değişikliğiyle mücadelenin ana gündemi olarak kabul edilir.
IPCC’nin karbonsuzlaştırma raporuna buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sera Gazları, Karbon Piyasaları, Net Sıfır Emisyon
Uluslararası iklim müzakerelerinde kayıp ve zarar, iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle geri döndürülmesi zor kayıplar yaşayan ve bunları yerine koyabilecek mali kaynaklara ve gelişmişlik düzeyine sahip olmayan ülkelere ödenmesi gereken mali ve maddi yardımlar anlamında ele alınır.
Kavramının üzerinde herkesçe uzlaşılmış bir tanımı bulunmamasının temel nedenlerinden biri, gelişmiş ülkelerin, özellikle de ABD’nin bu sürecin sonu gelmez tazminat davalarına yol açacağı konusundaki endişesidir. Bu nedenle İklim Değişikliği Taraflar Konferansları’nda bu konunun resmi gündeme girmesi için büyük bir mücadele verildi, sonunda Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde 2022 yılında düzenlenen COP27’de Kayıp ve Zararlar Fonu’nun kurulması kararına varılabildi. COP28 Zirvesi’nde faaliyete geçen fonun başkanlığını Dünya Bankası üstlendi.
Kayıp ve zarar hem ekonomik hem de ekonomik olmayan kayıpları ifade edebilir. Ekonomik kayıp ve zarar, kasırga veya sel nedeniyle zarar gören kentsel altyapının yeniden inşa edilmesi veya deniz seviyesinin yükselmesi veya kıyı erozyonu nedeniyle kıyı şeridindeki arazinin kaybı gibi sorunları kapsayabilir. Ekonomik olmayan kayıp ve zararlar ise parasal bir değer biçilmesi zor ancak hayati düzeyde olumsuzlukları içerir. Bunlar arasında iklimle ilgili bir doğal afetin yarattığı travma, can kaybı, arazilerin kaybı, toplulukların yerlerinden edilmesi, iklim göçmenliği, tarih ve kültür kaybı veya biyolojik çeşitlilik kaybı gibi sorunlar sıralanabilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Değişikliğine Uyum, Karbon Ayak İzi, İklim Finansmanı
Charles David Keeling (20 Nisan 1928 - 20 Haziran 2005) 1948 yılında Illinois Üniversitesi Kimya Bölümü’nden mezun olduktan sonra 1954 yılında Northwestern Üniversitesi’nde kimya alanında doktora yaptı. 1956 yılında, sonraki 43 yıl boyunca çalışacağı Scripps Deniz Bilimleri Enstitüsü’ne katıldı ve ilk kez atmosferik numunelerin karbondioksit miktarını ölçen bir alet geliştirdi.
Enstitüye katıldıktan sonra Hawaii’nin Mauna Loa volkanında deniz seviyesinden 3000 metre yüksekliğe, havadaki karbondioksit miktarını ölçmek üzere bir gözlem üssü kurdu ve 1958 yılında ilk ölçümü yaptı, sonuç olarak 316 ppm (milyonda bir parçacık, parts per million) elde etti. Bu yerin seçilmesinin nedeni yerel sanayi ve bitki örtüsünden mümkün olduğunca az etkilenmesiydi. İlk iki yıllık ölçümlerden sonra, 1960 yılında havadaki karbondioksit miktarının mevsimlere bağlı olarak değiştiğini kanıtladı. Kuzey yarım kürede kışın bittiği ve baharın başladığı aylarda karbondioksit yıl içindeki en yüksek seviyesine ulaşıyor, yeşil bitkilerin çoğalıp büyüdüğü yazın başlarında ise en düşük seviyesine iniyordu. Bundan bir yıl sonra, topladığı verilere dayanarak atmosferdeki karbondioksit miktarının her geçen yıl arttığını ilk kez tüm dünya kamuoyuna duyurdu. Bu verilerin oluşturduğu grafiğe “Keeling Eğrisi” ismi verildi.
Buzul kesitlerinden alınan hava kabarcık numuneleri üzerinde yapılan ölçümlerle, Sanayi Devrimi’nden önce havadaki karbondioksit oranının 280 ppm’in altında olduğu saptandı. Sanayileşme ve hızla artan fosil yakıtların kullanımı ile bu oran 2024 yılı mart ayı itibarıyla yaklaşık 423 ppm seviyesindedir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye ve güncel karbondioksit oranına buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Fosil Yakıtlar, Karbon Ayak İzi, Antroposen
İlk kez 1833 yılında öncü meteorologlardan Luke Howard’ın 1801-1842 tarihleri arasında Londra’daki sıcaklık ölçümlerinin detaylı analiziyle ortaya koyduğu Isı Adası Etkisi’nin üç temel nedeni olduğu söylenebilir. Birincisi şehirlerde yer yüzeyinin doğal şeklinin insanlar tarafından yapılaşma aracılığıyla değiştirilmesi; ikincisi, kentlerde enerji kullanımının kırsal bölgelere göre çok daha fazla olması ve üçüncüsü ise kirliliktir.
Kentsel büyümenin bir zamanlar ormanlarla kaplı ve/veya tarım için kullanılan kırsal alanlara da yayılmasından dolayı bitkilerin havayı soğutma kapasiteleri şehirdeki materyallerin (asfalt, beton, tuğla) ısıyı depolama kapasiteleriyle yer değiştirir. Güneşten gelen radyasyon, binalar arasında kalan ve mecazi olarak “şehir kanyonları” olarak adlandırılan dar boşluklarda ve sokaklarda kapana kısılır ve yavaş yavaş yok olur.
Kentsel ısı adalarının diğer iki kaynağı da insanların enerji kullanımı (taşımacılık, yapı hizmetleri ve endüstri) ve kirliliktir. Kirletici maddeler arasındaki fotokimyasal etkileşimler arttıkça kirlilik de artar ve buna paralel olarak sıcaklık yükselir, ortaya kirli sisli hava çıkar. Bu durum ciddi sağlık sorunlarına neden olabilir. Kentsel ısı adası etkisi rüzgâr düzenini, nem oranlarını, yağışları ve sıcaklıkları değiştirir. Hatta şehir çevresindeki bölgelerde tarımsal büyüme mevsiminin süresini bile uzatabilir.
2003 yılında yaşanan ve Londra’yı etkisi altına alan aşırı ısı dalgasının ardından Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen araştırmaya göre, sisiyle ünlü Londra’nın ısı adası etkisi şehir merkezinde 6, hatta bazı durumlarda da zirve yapıp 9 dereceye ulaştı. Kent merkezinde 37,6 dereceyi bulan sıcaklıkların, birçok ölüme neden olduğu ortaya çıktı. Aynı durumun onlarca büyük kentte yaşandığının ortaya çıkması, kentsel ısı adası konusuna olan ilgiyi artırmış ve yerel yönetimlerin önlemler konusunda çalışmalarını gündeme getirdi.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Akıllı Şehirler, Karbon Ayak İzi, Yeşil Bina Sertifikasyonu
Amerikalı genç iklim aktivisti Leah Thomas tarafından 2020 yılında ortaya atılan kesişimsel çevrecilik yaklaşımı, en büyük esinini 1989 yılında Kimberlé Crenshaw tarafından geliştirilen “Kesişimsel Feminizm” teorisinden alır. Kavram feminizm tartışmaları içinde her kadının aynı imtiyazlara sahip olmayabileceğinden yola çıkarak fiziksel engel, sosyal/ekonomik statü, etnik köken, fiziksel görünüş, yaş, din, cinsel yönelim gibi birçok sebeple baskıya ve haksızlığa uğradığını, bu baskı ve haksızlığın sözü geçen alanların hepsinde her kadın için farklı seviyelerde olduğunu ifade eder.
Thomas, çevrecilik anlayışının da tıpkı feminizm gibi kesişimsel olması gerektiğinden yola çıkarak kavramı çevre savunuculuğuna uyarlamayı önerdi. Bu anlamda kesişimsel çevrecilik, sosyal ve çevre adaletinin birlikte ele alınmasını öngörüyor. Thomas, ABD’de artan ırkçılık sorununa da dikkat çekerek aynı coğrafyada farklı renkten insanların iklim krizinin sonuçlarına ve çevre problemlerine değişik oranlarda maruz kaldığını savunuyor. Bu sebeple, her çevre savunucusunun öncelikli olarak ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı mücadele etmesi gerektiğini dile getiriyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Adaleti, Ekofeminizm, Krutilla Kuralı
Kolektif etki, farklı sektörlerden bir grup önemli aktörün belirli bir sosyal veya çevresel sorunu geniş ölçekte çözmek için ortak bir gündeme bağlılık göstermeleri sonucu ortaya çıkar. Bu yaklaşım, eşitliği sağlamaya yönelik bir ağ veya topluluğun birlikte öğrenmesi, ortak bir amaç doğrultusunda uyum içinde çalışması ve eylemlerini bütünleştirmesiyle gerçekleşir. Bu bağlamda sorunların çözümü için beş aşamalı bir süreç öngörülür: Ortak amaç belirleme, birlikte izleme, karşılıklı destekleyici faaliyetler yürütme, iletişim devamlılığı sağlama ve temel organizasyonun oluşumu.
İlk defa 2011 yılında Stanford Social Innovation Review’de yayınlanan bir makalede kullanılan kolektif etki yaklaşımı, eğitim, halk sağlığı, barınma sorunu, gençlik gelişimi, ekonomik ve kentsel kalkınma, toplumsal kalkınma ve çevre sorunlarının çözümünde önemli bir sosyal araç olarak kabul ediliyor.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Etki, Sosyal Uyum, Sistem Düşüncesi
İlk kez Amerikalı çevre ekonomisti John Krutilla’nın 1967 yılında yayınladığı makalesinde, özellikle çevresel etkisi bulunması muhtemel projelerin değerlendirilmesi için uygulanan analizlerin tamamen ekonomik bakış açısıyla uygulanan maliyet-fayda analizlerinden farklı olması gerektiğini öne sürmüştür. İsmini verdiği Krutilla Kuralı, geleneksel fayda maliyet analizinde bir projenin toplam bugünkü değerinin hesaplanması sırasında gelecekteki maliyetler ve faydaların sosyal iskonto oranı ile bugüne indirgenmesine karşı bir argüman öne sürer. Bu kurala göre bir şirketin yatırım yapıp yapmama kararını alması veya kamu otoritelerinin yatırıma izin verip vermeme kararında, uzun vadeli çevresel ve sosyal etkileri de hesaplaması gerekir.
Krutilla Kuralı'na göre özellikle kritik öneme sahip doğal çevreyi etkileme olasılığı bulanan projelerin fayda maliyet analizlerinde çok düşük veya sıfır risk ve bozulma oranlarına sahip olması gerekir. Böylece özellikle uzun vadede çevreye zarar veren projelerde, kısa vadeli faydalar, uzun vadeli maliyetlerden daha yüksek çıkmaz ve kuşaklararası adalet zarar görmez.
Örneğin bir hidroelektrik santrali yapılırken bu santralden yıllar boyunca elde edilecek elektriğin ekonomik değeri sosyal iskonto oranı ile günümüze indirgenmeli ama bu santral yapılırken zarar gören doğal varlıkların ve peyzajın değeri günümüz değerine indirgenmeden aynen kullanılmalıdır. Zira gelecekte ortaya çıkacak yeni enerji teknolojileri, sözgelimi güneş enerjisi, hidroelektriğin bugünkü değerini düşürecektir. Öte yandan, bölgesel bir ekosistemin canlı türlerinin veya kültürel mirasın kaybı yeri doldurulamaz ve geri döndürülemezdir. Dolayısıyla doğal ve kültürel varlıklar aslında gelecekte daha değerli hale gelecektir.
Krutilla’nın doğal varlıklara etkilerini içeren fayda maliyet analizlerinin uygulanma biçimine karşı geliştirdiği bu eleştiri daha sonra başka ekonomistler tarafından geliştirilmiş ve Çevresel Fayda Maliyet Analizi, Çevresel Etki Değerlendirme ve Katılımcı Çok Kriterli Değerlendirme gibi birçok değişik değerlendirme metotlarının ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Çevresel Etki Değerlendirme, Jevons Paradoksu, Çevresel Kuznets Eğrisi
Geleneksel kurumsal girişimciliğin alanı olarak düşünülen ödül ve motivasyon tekniklerinin yanı sıra risk alma ve inovasyon yaklaşımlarını da bütünleştiren bir kurumsal yönetim tarzının uygulanması olarak tanımlanan kurum içi girişimcilik kavramı ilk kez Amerikalı girişimci ve mucit Gifford Pinchot tarafından 1978 yılında yayınlanan bir makalede kullanıldı. Pinchot kurum içi girişimcileri "bir organizasyon içerisinde her türlü yeniliği yaratmanın sorumluluğunu üstlenen hayalperestler" olarak tanımladı. The American Heritage Dictionary ise 1992 yılında kurum içi girişimci (intrapreneur) kelimesini, "Büyük bir şirket içinde, iddialı risk alma ve yenilik yoluyla bir fikri kârlı bir bitmiş ürüne dönüştürme sorumluluğunu doğrudan üstlenen kişi" olarak betimledi.
Hem çalışılan kuruma hem de çalışana karşılıklı yarar sağladığı düşünülen kurum içi girişimciliğin, kurumların yetenekleri bulma ve kendi bünyesinde tutma konusunda da önemli fırsatlar sağladığı kabul edilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Kurumsal Sürdürülebilirlik, Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik, İyi Yönetişim
Sürdürülebilirlik, Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından 1987 yılında yayımlanan Brundtland raporunda ilk kez “Sürdürebilir Kalkınma” başlığı altında bugün kullandığımız anlamda tanımlandığında, bir kalkınma ve makro iktisat yaklaşımıydı. Zaman içinde sürdürülebilir kalkınmanın sadece ulusal hükümetlerin çaba ve müzakereleriyle sağlanamayacağı ve özel sektörün geniş toplumsal ve çevresel etkisi anlaşıldıkça her bir kurumun anlaması ve uygulaması gereken bir işletme yaklaşımı olduğu da ortaya çıktı. 2000 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan Küresel İlkeler Sözleşmesi (UN Global Compact), iş dünyasının sürdürülebilir kalkınmaya uyumlanmasını sağlamak için kuruldu. İnsan Hakları, Çalışma Standartları, Çevre ve Yolsuzlukla Mücadele’den oluşan dört temel başlığın altında yer alan 10 Temel İlke, kurumsal sürdürülebilirliğin temel yol haritası niteliğindedir.
Sürdürülebilirlik Raporlaması ve/veya Entegre Raporlama ile kayıt altına alınan ve kamuoyuyla paylaşılan şirketlerin kurumsal sürdürebilirlik ilerlemeleri, çevresel, sosyal ve kurumsal yönetim ve Üçlü Bilanço Sistemi gibi kurumsal yönetişim yaklaşımlarıyla yönetilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetim, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları
İklim bilimi, iklim değişikliğinin en kötü etkilerini önlemek ve yaşanabilir bir gezegeni korumak için küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi seviyelere göre 1,5 derecede sınırlandırılması gerektiğini açıkça gösteriyor. Şu anda Dünya 1800'lerin sonlarına göre yaklaşık 1,2-1,5 derece arası daha sıcak ve emisyonlar artmaya devam ediyor.
Enerji sektörü sera gazı emisyonlarının yaklaşık dörtte üçünden sorumlu ve iklim değişikliğinin en kötü etkilerini önlemenin anahtarını elinde tutuyor. Kirletici kömür, gaz ve petrol yakıtlı enerjinin rüzgar veya güneş gibi yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerjiyle değiştirilmesi, karbon emisyonlarını azaltmanın temel yolu kabul edilir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) “2050’de Sıfır Emisyon: Küresel Enerji Sektörü için Yol Haritası” özel raporu da sıfır emisyon hedefine ulaşmak için, yeni fosil yakıt projelerinin yapılmaması, enerji tedarikinin kesintisiz ve herkesin erişebileceği şekilde sürdürülmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Çin, ABD, Hindistan ve Avrupa Birliği gibi en büyük kirleticiler de dahil olmak üzere 140'tan fazla ülke net sıfır hedefi belirlemiş durumda. Bunun yanı sıra, 9000'den fazla şirket, 1000'den fazla şehir, 1000'den fazla eğitim kurumu ve 600'den fazla finans kurumu, Birleşmiş Milletler’in (BM) öncülük ettiği “Sıfıra Yarış”a (Race to Zero) katılarak küresel emisyonları 2030 yılına kadar yarıya indirmek için acil eyleme geçme sözü verdi. Ancak BM tarafından hazırlanan bir rapora göre, mevcut ulusal iklim planları 2010 seviyelerine kıyasla 2030’a kadar küresel sera gazı emisyonlarında neredeyse %9'luk bir artışa yol açacak. Küresel ısınmayı Paris Anlaşması'nda belirtildiği gibi 1,5 derecede sınırlandırabilmek için emisyonların 2030’a kadar %45 oranında azaltılması, 2050’ye kadar ise net sıfıra ulaşması gerekiyor.
Bağlantılı kavramlar: İklim Krizi, Karbonsuzlaştırma, Ulusal Sera Gazı Emisyon Envanteri
Kişiden kişiye (P2P) bir ekonomik model olan paylaşım ekonomisinde ürünler, kaynaklar ve hizmetler belirli bir sistem üzerinden paylaşılır ve fiziksel varlıklar hizmete dönüştürülür. Ürün ve hizmetlere erişimi kolaylaştıran ve bu sayede daha verimli bir işletim sistemini mümkün kılan bu uygulama, aslında tarih boyunca resmi olmayan şekillerde uygulanmakla birlikte, gelişen iletişim ve topluluğa dayalı çevrimiçi platformların desteğiyle önemli bir gelişim gösterdi.
Yeterince kullanılmayan varlıkların verimliliği, sürdürülebilirliği ve toplumu geliştirecek şekilde paylaşılmasına odaklanan paylaşım ekonomisi, gereken toplam kaynakların azaltılması yoluyla olumlu çevresel etkilere sahiptir. Bu sayede yeni materyal kullanımı ve ona bağlı enerji ve emisyonların azaltılmasına katkı sağlar. Örneğin ulaşım sektöründe araç paylaşma davranışı, kat edilen kilometre sayısını azaltarak ve/veya yeni araçların trafiğe çıkmasına engel olarak olumlu bir çevresel etkiye sahip olabilir. Bu tür paylaşım faaliyetleri aynı zamanda toplumu kişisel mülkiyetten ihtiyaç duyulan talebin karşılanmasına yönlendirerek tüketici davranışında uzun vadeli değişiklikleri teşvik edebilir.
Paylaşım ekonomisine dair daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Erişim Ekonomisi, Türetim Ekonomisi, Çevresel Etki
Sera gazları atmosferin bileşiminde hem doğal hem insan kaynaklı olarak bulunur. Dünya atmosferinde bulunan başlıca sera gazları karbondioksit (CO2), diazot monoksit (N2O), metan (CH4), su buharı (H2O) ve ozon’dur (O3). Atmosferdeki artışları, küresel ısınmaya neden olan bu gazların yanı sıra tamamen insan faaliyetleri kaynaklı bazı sera gazları da atmosfer yapısına dahil olmuş durumdadır. Halokarbonlar, klor veya bromür barındıran bazı gazlar, hidroflorokarbonlar (HFC’ler), perflorokarbonlar (PFC’ler), kükürt hekzaflorür (SF6) bu gruba dahildir. Bilim insanları, atmosferdeki insan faaliyetleri kaynaklı sera gazlarını, özellikle karbondioksit ve metan, küresel ısınmanın birincil nedeni olarak belirlemiştir. Sera gazlarının her birinin ısı tutulumundaki etkisi farklıdır. Isı tutma özelliği en yüksek sera gazlarından biri metan iken, atmosferde en çok bulunanı ve iklim krizine en çok etki edeni karbondioksit olduğundan, atmosferdeki sera gazı oranları karbondioksit eşdeğeri (CO2e) üzerinden hesaplanır.
Sera gazları olmadan, dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı mevcut ortalama olan 15 derece yerine yaklaşık -18 derece olacağı hesaplanmaktadır. Sera gazlarının oranı atmosferde, milyonda bir parçacık (PPM, parts per million) üzerinden hesaplanır. Sanayi öncesi dönemde bu oran 280 ppm iken, 2024 itibarıyla bu oran 440’nin üzerine çıkmıştır. Bu artışın da yeryüzeyinin sanayi öncesi döneme göre 1,1 ila 1,2 derece ısınmasına neden olduğu hesaplanıyor.
Sera gazlarına dair son verilere buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, İklim Krizi, İklim Değişikliğine Uyum/Adaptasyon
Sıfır atık, yaşam döngüsünü tamamlayan tüm atık malzemelerin bir başka sektör veya üretim sisteminde kullanılmak üzere tasarlanmasını gerektirir. Böylece aynı doğada olduğu gibi, atıl durumda kalan hiçbir atık olmaz ve her atık bir başka üretim sürecinin girdisi haline gelir. Sıfır atık yaklaşımı, sürdürülebilir doğal döngüleri taklit ederek insanlara yaşam tarzlarını ve uygulamalarını değiştirme konusunda rehberlik etmeyi amaçlar.
Döngüselliğe dayalı bir kaynak ve atık yönetimi yaklaşımı olan sıfır atık, sürdürülebilir üretim ve tüketim alışkanlıklarını teşvik ederek kaynakların verimli kullanılmasını destekler. Sıfır atık, israftan kaçınmayı ve atığın önlenmesini, azaltılmasını, yeniden kullanılmasını ve geri dönüştürülmesini savunurken, sosyal dayanışmanın geliştirilmesi de dahil olmak üzere olumlu sosyoekonomik sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olmayı amaçlar.
Türkiye tarafından 14 Aralık 2022 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirilen öneriyle 30 Mart günü, Dünya Sıfır Atık Günü olarak ilan edilmiştir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan erişebilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Döngüsel Ekonomi, Endüstriyel Simbiyoz, Atık Yönetimi
AB, 2005 yılından bu yana elektrik, kağıt, çimento, cam, seramik, demir-çelik, alüminyum, rafineri ürünleri, kimyasal ürünler ve havayolu taşımacılığı gibi enerji ve karbon yoğunluğu yüksek sektörlerdeki tesis ve güç santrallarinin sebep olduğu emisyonları AB Emisyon Ticareti Sistemi altında düzenledi. ETS öncelikle belli büyüklüğü aşan AB üreticilerinin (15 bin civarında tesis) atmosfere salabilecekleri azami miktarı belirleyip her tesise bir kota getirdi. Kotası üzerinde emisyon yapan tesislere daha az emisyon yapan tesislerden serbest piyasada belirlenmiş fiyattan “emisyon hakkı” (European Union Allowance, EUA) satın alma zorunluluğu getirildi. Piyasada alınıp satılan hakların sayısı iklim hedefleriyle uyumlu olarak zaman içinde azaltılıyor, böylelikle enerji ve karbon-yoğun sektörler için dönüşmemenin maliyeti artırılıyor. Ancak AB içi emisyonları düşürerek AB 2050 iklim-nötr hedefine ulaşmak mümkün olsa da, bunun küresel emisyonlar ve AB içi üretim ve istihdama olumsuz etkileri olması muhtemel. ETS, AB içinde maliyetleri artan üreticilerin üretim yerlerini Avrupa Birliği dışı ülkelere taşımaları anlamına gelen “karbon kaçağı” denilen bir soruna yol açıyor. Yer değişikliği sonucunda AB üretim ve istihdam kaybı yaşarken, herhangi bir karbon düzenlemesi olmayan ülkelerde emisyonların artmasına sebep oluyor.
AB Resmi Gazetesi’nde 16 Mayıs 2023’te yayımlanan ve raporlama şartı getiren geçiş aşaması 1 Ekim 2023 itibarıyla yürürlüğe giren SKDM ile AB sınırını geçen belli sektörlerdeki elektrik, demir-çelik, çimento, alüminyum, gübre, hidrojen ve amonyak gibi organik kimyasalları kapsayan ihracat ürünlerinin içerdiği sera gazları AB ETS uygulamasına paralel biçimde fiyatlandırılmaya başlandı. Ödemeler ise 1 Ocak 2026’da başlayacak. 1 Ocak 2026 sonrasında ise raporlamaya ek olarak SKDM kapsamına giren ürünlerin ithalatına uygulanan bir karbon fiyatı olacak ve 2034 yılına kadar SKDM maliyetleri aşamalı olarak yükselecek. SKDM AB ETS’den bağımsız tek bir merci olan SKDM Otoritesi tarafından yürütülecek. İthalatçı AB firmaları bu yapıya kayıt yaptırmak ve aşağıda belirtilen ürünlerin içerdiği her bir ton sera gazı için bir adet SKDM Sertifikası satın almak zorunda kalacak. Sertifika fiyatı ise ithalatın yapıldığı haftadaki ETS fiyat ortalaması olacak.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Karbon Nötr, Avrupa Yeşil Mutabakatı, Karbon Piyasaları
Karmaşık problemleri anlamayı kolaylaştıran sistem düşüncesi, karşılaşılan sorunları daha geniş bağlamlarda ele almayı hedefler ve uzun vadeli etkileri, geri bildirim döngülerini ve yan etkileri dikkate alır. Böylece olayları ve olguları sadece parçaları üzerinden değil bu parçaların oluşturduğu bütünü değerlendirerek analiz etmeyi sağlar. Bu da daha karmaşık sorunları daha yalın bir biçimde görmeye ve yanıtlar üretmeye yardımcı olur.
Sistem düşüncesi kavramı ilk olarak 1956 yılında Profesör Jay Forrester’ın Sistem Dinamikleri Grubu’nu kurmasıyla kullanılmaya başlandı. Sistem düşüncesi, sistem davranışını modellemek ve bu doğrultuda öngörülerde bulunmak için bilgisayar simülasyonu ve çeşitli diyagramlar ve grafikler kullanır. Bir organizasyonun bütün parçalarının birbirine nasıl bağlandığını, etkileşimde bulunduğunu ve yarattığı sonuçları anlamakta kullanılır.
Phoenix Üniversitesi öğretim görevlisi Michael Marticek, sistem düşüncesinin altı temel unsurundan söz eder. Bunlar; bağlantılar, ortaya çıkış, sentez, geri bildirim döngüleri, nedensellik ve sistem haritalandırma olarak sıralanabilir. Özellikle iş, eğitim, sağlık ve çevre başta olmak üzere çeşitli sektörlerde başvurulan bir yaklaşım olan sistemsel düşünce, kurumların belirledikleri ve uyguladıkları iş programlarının daha verimli ve bütüncül bir getiri elde etmesine olanak sunar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Gezegensel Sınırlar, Devrilme Noktaları
Toplumsal olarak eşitsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan birey ve topluluklara yönelik hayırseverlik çabaları olarak ortaya çıkan sosyal etki yaklaşımı, Amerikalı sosyal girişimci Bill Drayton’ın çalışmaları sonucunda 1972 yılından sonra daha somut bir hale geldi ve popülerleşti. Hayırseverliğin tersine, mağdur konumda olanların ihtiyaçlarının anlık olarak karşılanmasının ötesine geçerek, bireylerin içinde bulunduğu koşulların temelden değiştirilmesine odaklanan sosyal etki yaklaşımı, çeşitli sorun alanlarında kapsamlı ve süregelen değişikliklere odaklanır.
En temelde işletmelerin paydaşlarına yönelik gerçekleştirebileceği dört tür Sosyal etki tanımlanabilir. Açık etki, paydaşların gelişimindeki (beceri değerlendirmesi veya gözlem araçları gibi) değişiklikleri ölçer. Yüksek etki, çevresel etkiler ve girdi göstergeleri gibi iş sistemlerindeki değişiklikler üzerinden sosyal etkiyi hesaplar. Faaliyetlerin istenen sosyal etkilere ulaşabilmesini sağlamak için ilişki haritalaması ve sosyal etki değerlendirmelerindeki değişiklikleri hesaplayan geniş etkinin yanı sıra son olarak işletmenin sosyal etki yaratmaya yönelik çabalarından paydaşların memnuniyetini mutluluk envanterleri aracılığıyla ölçen derin etki değerlendirmesi bulunur.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Kapsayıcılık, Eşitlik, Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik
Bu beyanlar, kuruluşun sosyal ve çevresel sorumluluklarını yerine getirme ve iyileştirme amacıyla attığı adımları ana hatlarıyla açıklar. Ayrıca, bu etkilerin nasıl ölçüldüğü ve değerlendirildiği konusunda bilgi verir, böylece ilgili paydaşlara şeffaf bir şekilde bilgi sunar.
Sosyal etki beyanları, kuruluşların çeşitli sosyal veya çevresel önceliklere yönelik yaptıkları yatırımları ve bu yatırımların sağladığı etkileri kapsamlı bir şekilde ortaya koyar. Bu belgeler, kurumların topluma karşı şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda nasıl hareket ettiklerini göstermekte ve sürdürülebilirlik konusundaki taahhütlerini sergiler.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sosyal Finansman, Sosyal Girişim, Etki Ölçümleme, Yatırımın Sosyal Getirisi
Sosyal finansman kavramının tanımı konusunda tam bir fikir birliği olmamakla beraber etki yatırımı, sosyal açıdan sorumlu yatırım ve sosyal girişimcilik kredilendirme unsurlarını barındırdığı kabul edilir. Sosyal finansmanın temel araçları sosyal etki tahvilleri ve fonlarıdır.
Kökenleri 20. yüzyıl neoliberal ekonomisine ve serbest piyasanın toplumdaki rolünün ifadesine dayandırılan sosyal finansman kavramı ilk defa 1970’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde kullanmaya başlandı ve ekonomik değer yaratırken sosyal sorunları çözmek için yenilikçi bir yaklaşım olarak görülür.
Sosyal finansman, 2008 yılındaki küresel mali krizden itibaren sosyal finans sektörünün etik açıdan sorumlu yatırım alternatiflerine talebinin artmasıyla bir büyüme dönemi yaşadı. 2011 yılından itibaren ana akım sermaye kaynakları da sosyal yatırım fonları kurmaya başlayarak sosyal finansman alanındaki büyümeye katkı sundu.
Sosyal finans ekosistemini dört temel grupta toplamak mümkündür: yatırımcılar, sosyal girişimler, sosyal finans kuruluşları ve aracılar. Sosyal finansman, piyasanın kar ve finansal getiri yaratma amacı ile sosyal ihtiyaç ve fayda yaratımını birleştirerek bu kuruluşları finanse edenlerin kendi sürdürülebilirliğini güvence altına almasını sağlar.
Sosyal Finansman kavramıyla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Filantropi, Sosyal Etki, Etki Ölçümleme
Sosyal girişim kavramının tarihsel arka planına bakıldığında, ilk tanımın 1978 yılında Freer Spreckley tarafından yapıldığı görülür. Spreckley, İngiltere'de sosyal girişimi, mali açıdan bağımsız, sosyal hedefleri olan ve çevresel açıdan sorumlu bir demokratik ticaret organizasyonu olarak tanımladı. Bu tanım, 1981 yılında "Social Audit - A Management Tool for Co-operative Working" adlı kitapta yayımlandı. 1983 yılında Bangladeş'te Grameen Bank'ı kuran Muhammad Yunus, düşük gelirli insanlara mikro kredi sağlamak amacıyla sosyal girişimcilik alanında önemli bir adım attı. Yunus, bu girişimiyle 2006 yılında Nobel Barış Ödülü'nü kazandı ve sosyal girişim kavramını toplumun ekonomik açıdan baskı altındaki kesimlerine mikro kredi verilmesi bağlamında kullandı. Bu çalışmalar, sosyal girişimlerin toplumsal sorunlara yenilikçi finansal çözümler sunma potansiyelini vurgular.
Sosyal girişimler finansal, sosyal ve çevresel hedeflere sahip olmaları bakımından kar amaçlı diğer kurum ve şirketlerden ayrılır. Sosyal girişimin temel amacı toplumsal faydayı teşvik etmek, desteklemek ve harekete geçirmektir. Sosyal girişimler, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA) doğrultusunda geniş bir yelpazede toplumsal sorunlara çözüm bulmayı hedeflerler. Örneğin; yoksullukla mücadele, eğitim fırsatlarına erişim, cinsiyet eşitliği, sağlık hizmetlerine erişim ve çevresel sürdürülebilirlik gibi alanlarda faaliyet gösterirler. Sosyal girişimlerin devamlılığı için sürdürülebilir bir gelir modeline sahip olmaları önemsenir.
Sosyal girişimler, çeşitli tüzel kişilik yapıları altında faaliyet gösterebilirler. Özel işletme, kâr amacı güden veya gütmeyen bir ortaklık, kooperatif, sosyal işletme formunda faaliyet gösteren sosyal girişimler dinamik ve esnek yapılarıyla sürekli değişen bir dünyanın gereklerine uygun olarak dönüşürler.
Sosyal girişimler bir ürün, hizmet veya servis geliştirmeleri, tüzel kişilikleri ve operasyonel çalışma biçimleri perspektifinden değerlendirildiğinde sivil toplum kuruluşlarından; problemlere yaklaşım biçimlerinin sosyal fayda odaklı olması, ölçeklenebilirlik düzeylerinin sosyal etki üzerinden tariflenmesi ve faaliyetlerinin yapısı itibarıyla geleneksel girişimlerden ayrışırlar.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Filantropi, Türetim Ekonomisi, Sosyal Finansman
Sosyolojik ve psikolojik çalışmaların ilerlemesiyle kavramsal olarak belirli bir anlam değişimi geçiren sosyal uyum kavramının geçmişi, modern sosyolojinin mimarlarından biri olan Émile Durkheim'a kadar izlenebilir. Durkheim, sosyal uyumu, güçlü sosyal bağlara sahip bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılığı veya dayanışmayı ve sosyal çatışma olmadan birlikte yaşama kapasitesi olarak tanımlar. Bu kavram çerçevesi üzerinden ilerleyen Amerikalı sosyal bilimci Talcott Parsons da sosyal uyumu, bağımlı alt sistemlerden oluşan ve sosyalizasyon tarafından yeniden üretilen ortak değerler vasıtasıyla toplumu bir sistem olarak ayakta tutan önemli öğelerden biri olarak ele alır.
Günümüzde sosyal uyum bir toplumun sosyal sermayesinin en önemli bileşenlerinden biri olarak kabul edilir. Toplumsal refahın, güvenin ve huzurun oluşturulmasında önemli bir pay sahibi olan sosyal uyum, aynı zamanda iklim krizi veya diğer toplumsal sorunlara karşı toplulukların ortak hareket edebilme ve sorunların üstesinden gelme becerisinin önemli bileşenlerinden biridir. Dirençli kentler veya dirençli toplumlar yaratılmasında ve korunmasında sosyal uyumun önemli bir rol oynayacağı düşünülüyor. Sosyal açıdan uyumlu bir toplum, tüm grupların ait olma, katılım, tanınma ve meşruiyet hissine sahip olduğu bir toplumdur. Bu anlamda bir toplumun kapsayıcılığını ve “kimseyi geride bırakmama” prensibinin temel bileşenlerinden biri olan sosyal uyum, sürdürülebilir kalkınma yaklaşımında önemli bir paya sahip olan topluluk temelli kalkınma stratejilerinin de temel bileşenleri arasında sayılır.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan erişebilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Eşitlik, Çeşitlilik, Kapsayıcılık
Genellikle yeni nesil teknolojik çözümler geliştirmeye odaklanan start-up’lar, çoğu zaman girişimcilik ile birlikte anılır. Bu iki kavram da en temelde toplumsal ihtiyaç ve sorunlara yeni çözümler geliştirmeye odaklanır. Bireylerin ve toplulukların ihtiyaç ve sorunlarına cevap verecek hızlı çözümler bulmayı ve maksimum fayda sağlamayı odağına alan start-up’lar genellikle vakıflar, yatırımcılar, kuluçka merkezleri tarafından finanse edilir.
Start-up’lar yeni nesil ve genç şirketler olarak teknolojiden büyük oranda faydalandıkları için genellikle teknoloji şirketi olarak düşünülse de aslında bu alanla sınırlı değildir. Bir start-up, hemen her alanda kurulabilir. Genel olarak, az sayıda çalışana ve hızlı büyüme potansiyeline sahip olma eğilimindelerdir. Henüz var olmayan ya da herhangi bir soruna mevcut seçeneklerden daha iyi çözüm sunan ürün ve hizmetler geliştirirler.
Yenilikçilik, ezber bozmak, sorun çözücü uygulamalar geliştirmek, küresel düşünmek, hızlı kurulmak ve büyümek, esneklik, teknoloji odaklılık ve genellikle dış yatırımcılar tarafından finanse edilmek, start-up'ların temel özellikleri olarak kabul edilebilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Kurum İçi Girişimcilik, Sosyal Girişim, Sosyal Finansman
Sürdürülebilir kalkınmanın uygulamaya dönük bir aracı olarak kabul edilen SÇD, plan, program ve politikaların çevre üzerindeki olası olumsuz etkilerinin değerlendirilmesine ve bu etkilerin en aza indirgenmesini amaçlar.
Genel anlamda, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve Stratejik Çevresel Değerlendirme (SÇD), pek çok ülkede yasal olarak gerekli sayılan ve sonuçları kamuoyunun bilgisine ve erişimine açık çevresel değerlendirme araçlarıdır. Bunların dışında herhangi bir araç bu statüye sahip değildir. Özellikle geniş ölçekli yatırımlar ve onların büyük çevresel etkilerini değerlendirmeyi amaçlayan SÇD, geniş ölçekli çevresel etkiye sahip olma olasılığına sahip projelerin karar alma aşamasında, çevresel bilgilerin elde edilmesi ve değerlendirilmesi için yapısal bir yaklaşım teşkil eder. Bu bilgi setleri ve değerlendirmesi, belirli eylemlerin uygulanması durumunda çevrenin ne yönde değişim göstereceği konusundaki öngörülerden ve bu çevresel değişimlerin en iyi ne şekilde nasıl yönetilebileceğine dair tavsiyelerden oluşur.
ÇED daha çok, yeni karayolları, elektrik santralleri, su kaynağı projeleri ve büyük ölçekli endüstriyel tesisler gibi fiziksel gelişme önerilerine odaklanırken SÇD, politika, program ve planlar gibi “daha yüksek” seviyedeki önerilerde kullanılır.
Stratejik Çevresel Değerlendirme Yönetmeliği, Avrupa Birliği’ne uyum süreci çerçevesinde sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına yönelik olarak ÇED sürecini desteklemek ve kolaylaştırmanın yanı sıra bölgesel anlamda birden fazla projenin kümülatif etkilerinin değerlendirilmesi için hazırlanmış ve 2017’deResmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. SÇD Yönetmeliği en temelde, çevre kirliliğinin ve geri dönülemeyecek çevre tahribatlarının daha oluşmadan önlenmesini hedefler.
Kavramla ilgili daha azla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Çevresel Etki Değerlendirmesi, Çevresel Değerlendirme, Çevre
2030 yılına kadar geçerli olan ve Küresel Hedefler olarak da bilinen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA'lar), ölçülebilir 169 alt hedefe sahiptir. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın temel önemi, toplumsal, çevresel ve ekonomik kalkınmayı ve sorunları birbiriyle bağlantılı olarak ele almasıdır. 17 amaç çerçevesinde, bir alandaki eylemin diğer alanlardaki sonuçları etkileyeceği ve kalkınmanın sosyal, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği dengelemesi gerekliliği kabul edilir.
“Açlığa Son” maddesiyle başlayan ve çeşitli çevresel ve toplumsal sorunlara değinen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın 17. ve son maddesi, tüm sorunlara çözüm getirmek için tutulması gereken ana yol ve yöntemi ortaya koyan “Amaçlar için Ortaklıklar”dır. Sorunların çözümü için anahtar niteliği taşıyan 17. Amaç, sürdürülebilir bir dünyaya ulaşmak için karşılıklı dayanışma ve işbirliğinin öneminin altını çizer.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: İklim Krizi, Sistem Düşüncesi
Sürdürülebilirlik endekslerinde yer almanın önemli koşulları arasında şeffaflık ve hesap verebilirlik bulunur. Bu koşulları yerine getirmenin yollarından biri ise raporlamadır. Uzun yıllardır sadece finansal raporlama yapan halka açık şirketlerin bazıları, gönüllü olarak ve artık yasaların da bu yöne evrilmesiyle çevresel ve sosyal etkilerini ortaya koymaları beklenen raporlamalar hazırlıyor. Şirketlerin tüm dışsallıklarını, önceliklerini ve etkilerini, bunun da ötesinde bu konularda atacakları adım ve taahhütleri de içermesi beklenen sürdürülebilirlik raporlamalarının, finansal raporlamayla da entegre bir şekilde raporlanması artık Uluslararası Finansal Raporlama Standartlarının (IFRS) da gündeminde yer alıyor.
Dünya çapında ilk sürdürülebilirlik endeksi, 1999 yılında S&P Dow Jones Endeksi ve RobecoSAM işbirliğinde geliştirilen Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi’dir (DJSI). Bunun dışında FTSE4Good Sürdürülebilirlik Endeksi de dünya çapında çevresel, sosyal ve kurumsal yönetim (ÇSY) uygulamalarına sahip şirketleri değerlendiriyor.
Günümüzde sadece borsalar değil, çeşitli girişimler de sürdürülebilirlik endeksleri oluşturuyor. Bunun bir örneği de Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi (UN Global Compact) imzacı şirketlerinden seçilen 100 şirketin listelendiği Global Compact 100 Endeksi’dir.
Türkiye’de ulusal sürdürülebilirlik endeksi olarak ise Borsa İstanbul (BIST) bünyesinde kurulmuş olan BIST Sürdürülebilirlik Endeksi ve BIST Sürdürülebilirlik 25 Endeksi bulunuyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi, BIST Sürdürülebilirlik Endeksi
Şirket, kuruluş, kamu yönetimleri, yerel yönetimler ve çeşitli topluluk organizasyonlarında uygulanabilen şeffaflık ilkesi, yetkililerin performansını ölçmek ve yetkilerin olası kötüye kullanımına karşı korunmak için ihtiyaç duyulan bilgilerin açıklanmasına dayanır. Özellikle günümüzde giderek daha karmaşık organizasyonlar haline gelen yönetim yapılarındaki artan rüşvet, kayırmacılık, suistimal ve yolsuzluk vakalarına karşı önemli bir kontrol mekanizması olan şeffaflık çoğu zaman hesap verebilirlik ilkesiyle birlikte ele alınır. Şeffaflık ve hesap verebilirlik, yönetim ile yetki devri yapan kişi veya paydaşlar arasında güvenin kurulmasında ve kurumların istikrar ve verimliliğinde kritik rol oynar. Şeffaflık ve hesap verebilirlik sağlanamadığında, sosyal istikrarsızlık artar ve kurumların verimli işleyişinde önemli sorunlar ortaya çıkar. Şeffaflık ve hesap verebilirlik konusundaki sorunların kurum ve şirket performansıyla birlikte dünya ekonomisine büyük zararlar verdiği çeşitli araştırmalar ile ortaya konuyor. Nasdaq ve Verafin’in 2024 Küresel Mali Suç Raporu'na göre, 2023 yılında küresel finans sistemine tahminen 3,1 trilyon dolardan fazla yasa dışı fon aktı.
Yolsuzluğun toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisini sonlandırmak için çalışan Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün (Transparency International-TI) Küresel Yolsuzluk Algısı Endeksi’ne göre her yıl trilyonlarca dolar yaşa dışı kaynaklara akıyor; rüşvet ve kara para konusundaki sorunlar giderek büyüyor. Birleşmiş Milletler (BM) ise kaynakların vergi kaçakçılığı, yolsuzluk ve mali suçlar nedeniyle tüketildiğini ve her yıl yaklaşık 1,6 trilyon dolar kara para aklandığını açıkladı. Şeffaflık ve hesap verebilirlik, ortak kaynakların yasa dışı kanallara akıtılmasına karşı en önemli mücadele alanlarından biri olarak kabul ediliyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Etik, Eşitlik, Sosyal Etki
COP’lar, üç çevresel sözleşmenin en üst karar forumu olarak kabul edilir ve kararlar tüm üye ülkelerin oybirliğiyle alınır. Yıllık olarak düzenlenen COP’lar, iklim değişikliği, çölleşme ve biyolojik çeşitlilik konusundaki sorunlara alınacak tedbirler konusunda dünya devletlerinin temsilcilerini bir araya getirir. Müzakereler sonunda, tüm üye devletlerin temsilcileri tarafından alınan kararlar, ulusal parlamentolarda onaylanmasının ardından ülkeler için bağlayıcı hale gelir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı kavramlar: Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD), İklim Değişikliğine Uyum, İklim Adaleti
Klasik ekonomik model, kârı maksimum düzeyde tutmak için ekolojik ve sosyal açıdan adil olmayan koşullar üzerine inşa edilirken türetim ekonomisi, ekonomik ve sosyal bir adil dönüşümün sağlanması için toplum ve gezegen adına değer yaratmayı amaçlar. Bu döngüsel ekonomi modeli; ekoloji üzerinde kalıcı olumsuz etkiler yaratan üretim ve tüketim biçimlerinden uzaklaşarak, yenilenebilir enerji ve sürdürülebilir bir tarımı odağına alır.
Türetim ekonomisi, geleneksel rekabetçi iş yapma biçimlerinin aksine işbirliğine dayanan bir ağ ve topluluklar sistemini baz alır ve yeni bir ekonomiyi tabandan inşa etmeyi amaçlar. Türkiye’de Good4Trust.org isimli oluşum tarafından yaygınlaştırılan ve desteklenen türetim ekonomisi, doğanın döngüsel biçimlerini taklit etmeyi ve bir orman ekosistemi gibi uyumlu çalışan bir ekonomik faaliyet yapısı önerir.
Kavram hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Erişim Ekonomisi, Paylaşım Ekonomisi, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları
Paris Anlaşması'nın iklim hedeflerine ulaşma planının merkezinde yer alan UKB’ler, her ülkenin ulusal emisyonları azaltmaya ve iklim krizinin etkilerine uyum sağlamaya yönelik çabalarını içerir. Öncesinde başarısızlıkla sonuçlanan, ülkelere yukarıdan aşağı dayatılan emisyon azaltım hedeflerinin yerine, Paris Anlaşması’nda aşağıdan yukarı, tamamen gönüllülük esasına dayanan bir ulusal emisyon azaltım planlaması tercih edildi. Bunun en önemli ölçüm ve yönetim aracı da Ulusal Katkı Beyanı olarak belirlendi.
Paris Anlaşması (Madde 4, Paragraf 2), her bir tarafın, ulaşmayı amaçladığı birbirini izleyen UKB'ler hazırlamasını, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Sekreterliği’ne iletmesini ve bahsi geçen bu planları güncellemesini gerektirir. Taraflar, bu tür katkıların hedeflerine ulaşmak amacıyla ülke içinde iklim değişikliğine neden olan ilemisyonları azaltıcı önlemler almakla yükümlüdür.
Bu iklim eylemleri hep birlikte, dünyanın Paris Anlaşması'nın uzun vadeli hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağını; dünyanın 1,5 derece güvenli ısınma sınırında kalıp kalamayacağını; sera gazı emisyonlarının mümkün olan en kısa sürede küresel zirveye ulaşıp ulaşmayacağını belirleyecek.
BM tarafından hazırlanan 2023 yılı UKB raporuna buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, Devrilme Noktaları, 1,5 Derece Güvenli Isınma Özel Raporu
Ulusal Sera Gazı Envanterleri Programı 1991 yılından itibaren IPCC 1. Çalışma Grubu (Working Group I, WGI) tarafından, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ile yakın işbirliği içinde yönetildi. Sonrasında programın yönetimi, 1999 yılında Japonya'da kurulan IPCC Ulusal Sera Gazı Görev Gücü’ne devredildi.
Türkiye’de sera gazı envanterinin hazırlanması Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) sorumluluğunda bulunuyor. Kurum, 2008 yılından bu yana her yıl sera gazı envanterlerini Ulusal Envanter Raporu (NIR) ve Genel Raporlama Formatında (CRF), Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’na (UNFCCC) sunuyor.
Envanterler hazırlanırken kullanılan metodolojiler, 2014 yılına kadar IPCC tarafından hazırlanan Revize 1996 IPCC Ulusal Emisyon Envanter Rehberi ve IPCC Ulusal Emisyon Envanteri Uygulama Kılavuzu ve Belirsizlik Yönetimi’ne (GPG) dayanmaktaydı. TÜİK, 2015 yılında, 2006 IPCC Rehberleri tarafından belirtilen kriterler çerçevesinde 1990-2013 yılları arasında gerçekleşen sera gazı salımlarını yeniden hesaplayarak revize etti.
TÜİK’in açıkladığı Sera Gazı Emisyon İstatistikleri verilerine buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Düşük Karbonlu Kalkınma, Ulusal Katkı Beyanı, İklim Krizi
Bir işletme veya kapsamlı bir faaliyet tarafından yaratılan toplumsal, çevresel ve ekonomik değeri ölçmeyi amaçlayan SROI, söz konusu yatırım tarafından üretilen finansal getirilerin yanı sıra, sonuçta ortaya çıkan sosyal ve ekolojik sonuçları da dikkate alır. Bu sayede söz konusu yatırımın toplumsal ve çevresel etkileri hesaplanır ve ardından bu etkiler ile yatırımın maliyeti karşılaştırılır. Herhangi bir yatırımın ne gibi ekonomik, ekolojik ve sosyal etkiler yarattığı veya yaratabileceğinin anlaşılması sayesinde yatırımlar arasında en çok fayda sağlayanlar tercih edilebilir.
SROI analizi sonucunda hesaplanan fayda oranı, maliyetlere karşı yaratılan faydanın bir göstergesidir. Örneğin, 5:1 oranı, 1 TL’lik bir yatırımdan 5 TL’lik bir toplumsal fayda yaratıldığını ortaya koyar. SROI analizi yöntemiyle ortaya çıkan sosyal etkinin gerçek finansal boyutu daha net anlaşılır ve etkisi daha yüksek sosyal fayda yaratabilmek için yapılması gerekenler ortaya çıkarılabilir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Çevresel Etki Değerlendirmesi, Sosyal Etki, Filantropi
İlk olarak 1986 yılında Amerikalı çevreci araştırmacı Jay Westervelt tarafından kullanılan yeşil aklama, genel olarak çevresel dışsallıkları hesaba katmak veya bunları azaltmak yönünde ölçülebilir ve anlamlı bir girişimi olmayan ama bunu iddia eden işletmelerin iletişim faaliyetlerini tanımlar. Pek çok bağımsız denetim kurumu ve çevre örgütü de yeşil aklamayı tüketicilerin yanlış yönlendirildiği bir pazarlama stratejisi olarak eleştirir.
Yeşil aklama, reklam ve söylemler (tüketici nezdinde ürün ve hizmetin doğaya saygılı olduğu algısını yaratan metinler), görsel iletişim (doğa manzaraları, hayvan ve çocuk görsellerinin kullanımı), kanıtlanamaz istatistikler, abartı veya yalan yoluyla ve ürün veya hizmeti sunan şirketin yaptığı diğer çevreyi kirleten faaliyetleri maskeleyecek tarzdaki pazarlama faaliyetleriyle gerçekleştirilebilir. Çevre korumaya dair kurumsal sosyal sorumluluk bütçesinin büyük bir bölümünün kurumsal iletişim ve pazarlamaya harcanması da çoğunlukla bir yeşil aklama eylemi olarak kabul edilir.
Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı çerçevesinde yasal olarak düzenlenmeye hazırlanan yeşil iddia yaptırımları da gerçekten çevresel kazanımlar sağlayan sürdürülebilir ürün ve hizmetlerin güvenirliğini zedeleyen yeşil aklamanın önüne geçmeyi hedefleyen ilk uluslararası düzenlemelerden biridir.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Yeşil İddia, Eko-Etiketleme, Çevre Dostu
Binaların ve altyapıların genel kalitesini iyileştirmeyi, çevresel etkisini azaltmayı ve insan refahını yükseltmeyi amaçlayan yeşil bina sertifikasyon sistemleri, yaşam döngüsü yaklaşımını kullanarak yapıların tasarımdan başlayarak, inşaatı ve tüm kullanım dönemi boyunca tüketilen enerji ve su ile diğer çevresel etkilerini göz önüne alır. Konutlar haricinde işyerleri ve endüstriyel binalar için de ayrı sertifikasyon olanakları sunan yeşil bina sertifikasyon sistemleri, yeni inşa edilecek yapılar haricinde var olan ve tarihi binalar için de uygulanabilir.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı'nın (UNEP) ev sahipliği yaptığı Küresel Bina ve İnşaat İttifakı'nın (GlobalABC) 2022 Bina ve İnşaat Küresel Durum Raporu, (The Global Status Report for Buildings and Construction-GSR) binaların enerji yoğunluğunun azaltılmasına yönelik küresel düzeyde yatırım ve başarıdaki önemli artışa rağmen, sektörün toplam enerji tüketiminin ve karbondioksit emisyonlarının 2021'de pandemi öncesi seviyelerin üzerine çıktığını ortaya koyuyor. Aynı kurumun 2023 yılında yayınlanan İnşaat Malzemeleri ve İklim (Building Materials And The Climate) raporuna göre, binalar ve inşaat sektörü küresel emisyonların %37'sini oluşturuyor.
Sertifikasyon sistemleri, son verilere göre açık ara en fazla sera gazı yayan iş alanı olan inşaat ve yapı sektörünün neden olduğu büyük çevresel etkilerin daha iyi anlaşılmasında ve azaltılmasında önemi rol oynuyor. Halihazırda dünya çapında kimi küresel, kimi ulusal olmak üzere 100'ün üzerinde bina sertifikasyon sistemi bulunuyor. Günümüzde en popüler bina sertifikasyon modelleri İngiltere merkezli BREEAM (Building Research Establishment Environmental Assessment Method), ABD merkezli LEED (Leadership in Energy and Environmental Design) ve Almanya merkezli DGNB'dir (German Sustainable Building Council).
Türkiye’de de 2022 yılında binalar ve yerleşmelerin doğal kaynakları ve enerjiyi verimli kullanmalarını sağlamak ve çevreye olumsuz etkilerini azaltmak için değerlendirme ve sertifikalandırma sistemlerinin oluşturulması ile bu konudaki uzmanlara ve eğitici kuruluşlara ilişkin usul ve esasları belirleyen “Binalar ile Yerleşmeler için Yeşil Sertifika Yönetmeliği” yürürlüğe girdi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca hazırlanan ve Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle, yeşil binaların belgelendirilebilmesi amacıyla ilk defa yerli bir uygulama olarak hazırlanan Ulusal Yeşil Sertifika Sistemi “YeS-TR” hayata geçirildi.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Karbonsuzlaştırma, Çevresel Etki, Enerji Verimliliği
Avrupa Komisyonu’nun 2023 yılında iddialara karşı ortak çevresel kriterler oluşturmak amacıyla açık çevresel iddiaların doğrulanması ve iletilmesine ilişkin Direktif Önerisini (Yeşil Talepler Direktifi) yayınlaması, yeşil iddia konusunu tekrar gündeme getirdi. Teklif, yanıltıcı reklamların yasaklanmasına ek olarak çevresel iddialar hakkında daha spesifik kurallar sağlayarak, Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın bir parçası olan Mart 2022 tarihli “tüketicileri yeşil dönüşüm için güçlendirme” önerisini tamamlıyor. Teklifin kapsamı, kamuya açık yapılan yeşil iddiaların yanı sıra yeni kamu ve özel çevre etiketlerini de hedefliyor, ancak AB kuralları tarafından kapsanan veya kapsanacak olan eko-etiketleme sistemlerini kapsamıyor.
Avrupa Komisyonu, 2014 ve 2020 yıllarında iki çevresel iddia envanteri yürüttü ve 150 çevresel iddia örneğini inceledi. 2020 araştırması, çevresel iddiaların önemli bir bölümünün (%53,3) AB genelinde ve çok çeşitli ürün kategorilerinde ürünlerin çevresel özellikleri hakkında belirsiz, yanıltıcı veya asılsız bilgiler sağladığını ortaya koydu. Bu sonuçlar, Tüketiciyi Koruma Birliği yetkilileri tarafından Kasım 2020 yılında gerçekleştirilen bir kontrolle de doğrulandı.
Yeşil aklamanın tüketicilerin yeşil ürün veya hizmetlere olan güvensizliklerini artırmasından hareketle yeni direktif, bireylere yeşil iddiaların yanıltıcı olup olmadığına dair tam bir netlik ve daha güçlü güvence sunarak çevre dostu ürün ve hizmetleri seçmelerine olanak sağlamayı hedefliyor.
Kavramla ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Bağlantılı Kavramlar: Yeşil Aklama, Avrupa Yeşil Mutabakatı, Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması